15 Aralık 2010 Çarşamba

İBRAHİM ZEYBEK

İBRAHİM ZEYBEK
(1900-1972)

Sandıklı Uzun çarşı’da (Eski Barbaros İlkokulu yanı Şimdi ki katlı otoparkın civarında) zahirecilik yapan iki kardeşin büyüğü idi İbrahim Zeybek. İş hayatına hayatta kalan tek erkek kardeşi Rıfat Zeybek’le başlamış onunla bitirmiş idi.
1900 yılında doğdu, küçük yaşta annesini kaybetti, hayatı akranları gibi zorluk ve mücadele içinde geçti, kendi deyimiyle aşık oynamak için hiç vakti yoktu.(Anadolu’da hayvanın eklem kemiğiyle oynanan bir tür genç oyunu) Rüştiye’yi bitirdi, 1921 yılı başlarında Kuvay-ı Milliye ordusuna katıldı, Sakarya savaşında üç yerinden kurşun yarasıyla gazi oldu, Büyük Taarruza 1. Ordu’nun saflarında Kocatepe’den başladı, İzmir’e kadar düşmanı kovaladı.
Askerlikteki en ilginç anısını, Büyük Taarruz’da posta eri olarak Torbalı yakınlarındaki bir birliğe, birliğinden emir götürdüğünde, tekmil verdiği çavuşun, kendisine uzun uzun baktıktan sonra
-- “Ben senin ağabeyin Mehmet’im” demesi olarak anlatırdı. Ağabeyi 1. Dünya Savaşına katıldığında kendisi henüz 14 yaşındaydı ve 8 sene sonra iki kardeş İzmir yakınlarında karşılaşmışlardı, o zamanlar Anadolu’nun koşullarında bu gibi vakalar olağan sayılır idi.
Zafer’den sonra, babası ve ağabeyini erken yaşta kaybetmesiyle ailenin tüm sorumluluğunu üstlendi, hayat mücadelesine girdi, taa ölünceye kadar. Biri küçük yaşta ölen, 5 oğlu oldu.
Hayatı çok sadeydi, günleri, ayları, yılları birbirine o kadar benziyordu ki, nerdeyse toplumda farklılık veya renklilik yaratacak kayda değer bir olay geçmemişti hayatından.
Bir gün kendisine sordum,
-Sen harpte hiç gavur öldürdün mü?
-Öldürmem mi? diye yanıtladı.
“Bir tanesini anlatsana” diye diye ısrar ettim. Gözlerini gözlerimden kaçırarak, derin bir soluk alıp başladı ağır ağır anlatmaya.
“ Sakarya Savaşı esnasına, Haymana yakınlarındayken, susuzluktan kırıldığımız bir gün bölük komutanımız bize civardaki kuyu veya köylerden su getirmemizi istedi, ben ve bir arkadaşım sabah ezanı okunmadan yanımıza iki katır alarak yola çıktık, ( Dedemin yaşam boyu zaman birimi hep ezan vakitleri olmuştu, saat kullandığını pek hatırlamıyorum) gün ağarırken terk edilmiş bir köyün içinde su kuyusu bulduk, kana kana içip sularımızı doldurduk, tam ayrılacakken bize doğru birkaç atlının geldiğini gördük, hemen katırları gizleyip, kuyunun arkasına saklandık, gelenler düşmandı ve sanırım onlarda su arıyorlardı, dört kişiydiler, kuyunun yanına gelir gelmez ateş edip dördünü de öldürdük.”
İzlediğim filimler veya okuduğum kitaplarda olaylar böyle gelişmiyordu, belki kuyu başında dost oluyorlar, birbirlerine çocuklarının resimlerini gösterip, cigara, kuru üzüm veya cikolata ikram ediyorlar, sonra hiç bir şey olmamışçasına herkes kendi yoluna gidiyordu.
Canımın sıkıldığını görünce, “n’apcan onlar bizden kalabalık, üstelik tüfeklerimizin çalışma garantisi de yok”, suskunluğum devam edince, “hem onlar bizim topraklarımızı almaya gelmişlerdi”, hala susunca “babanneni de belkim götürürlerdi”, dediğinde, kimseyle paylaşamadığım babannem söz konusu olunca “ellerin dert görmesin dedeciğim” dediğimi hatırlıyorum.
Dedemle geçirdiğim en mutsuz anlar ise, öğlen vakitleri dükkan komşuları saç eti veya güveç yerken bizim evimize gitmemizdi, çoğunlukla cacığın içine ekmek doğrayıp kaşık sallamak çok tatlı bir şeydi.. Dükkan komşularımız “kusura bakma seni çağıramıyoruz zira İbram ağa bu ziyafet sofralarına katılmaz hep evine gider” derlerdi. Dedem üzüldüğümü görünce, bazen gönlümü almak için akşam evde yenilmek üzere fırına sipariş verirdi saç veya güveç etini. Dedemin cimri olmadığına emindim ama o zamanlar nedenini anlayamazdım. Onun prensibi de böyleydi.
-Dede para verir misin? Türkan Şor ay’ın filmine gideceğiz dediğim bir gün, dükkan komşumuz “boşuna uğraşma o bilmez Türkan’ı, mürkan’ı, hatta hanımı karşısına gelse vallahi tanımaz, bir gün bir arkadaşını dövecekti az kalsın bu yüzden, babannen bir gün sokağın başına gelip dükkana bakıyordu, komşusu” İbram ağa hanımın geldi” deyince kendisine bakan babanneni tanımamış, arkadaşına da “benim tanımadığım hanımı mı sen nasıl tanırsın” diye az daha dövecekti”
Eskiden telefon yoktu birbirleriyle haberleşmek için insanların, kadınlar kocalarının dükkanına bile girmeye utanırlardı. Dedeme bu konuda hak verdim zira ben de annemi fıta, kıvrak içinde hiç tanıyamazdım.
1971 yılının sonlarına doğru rahatsızlandığında babamla birlikte Ankara’da hastaneye götürdük, doktor muayenenin sonunda hemşireyi çağırarak dedemden kan tahlili istedi, O ana kadar uyum içinde kendine her denileni yapan dedem sessizce doktora dönerek “ kanımı kontrol etmenize gerek yok, benim kanım evvel Allah temizdir, zira bu yaşıma kadar haramda yemedim, harama da uçkur çözmedim.” Yaşamımda ilk defa dedemin cahilliğinden utanmıştım, hatta koşarak oradan uzaklaştım.
Uzun yıllar sonra, bir gün kendimle baş başa kaldığımda bu olayı hatırladım, sonra dehşete düştüm. Geçmişte dedemin cahilliğinden utanç duyan ben, şimdi kendi cehaletimden utanıyordum. Şimdi acaba rahmetli dedem gibi rahatlıkla “benim kanım temizdir” diyebilen çıkar mı?
Yaşamımda gördüğüm dedi kodu yapmayan tek insandı, dert dinleyip akıl verdiğini çok gördüm ama dedikodusunu hiç duymadım. Ben hiç çekinmeden her yerde onun ölü eti çiğnemediğine şahitlik yaparım.
Yaşam boyu sürekli çalışmasına rağmen pek servet edinememişti, gazi madalyası ona büyük bir zevk verir, fakat bir gün bile olsun hiç takmadı yakasına, niye diye sorduğumda “ben onu asmak, el aleme göstermek için almadım” derdi.
Dedemden bahsettiğim bir arkadaşım onu, aksakal olarak tanımlamıştı, ben galiba bir aksakal tanıdım hayatımda, hem de çok yakından.
Sandıklı toprakları çok bereketlidir, nice sultanlar geldi geçti, İbram Ağa’da bu topraklarda yeşerip göçtü gitti. Tüm güzel insanlara, Gazi ve şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum.

KAYNAK: İbrahim ZEYBEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder