İz Bırakanlar

AKTAKKA ABİ

Mehmet AKBAŞ' ın babası Halil Amca beyaz bere veya beyaz takke giydiğinden halk arasında “Ak Takalı” diye anılırken zamanla lakabı “Aktakka” olarak kalır.
Aktakka Yemen harbine katılır. 4 yıl Arabistan çöllerinde İngilizlere karşı Osmanlı için, mukaddes topraklar için, vatan toprakları için harp eder. Fakat Arapların İngiliz oyununa gelerek Osmanlı askerine sırt çevirmesi ve ordunun zayıf kalıp geri çekilme emrinin gelmesi ile bir çok askerimiz gibi geri çekilirken esir düşer.
İngilizler bu askerlerin içinden güçlü kuvvetli olanları seçer ve onları İngiltere'ye götürürler. Orada altın madeninde üç yıl esir olarak çalışır ve sonra serbest bırakılınca kendi topraklarına döner.

Aktakka Sandıklı'ya geldiğinde Savran'da DEVRET KAHVESİ’ni kiralar. Fakat o yıl kış çetin geçmektedir. Kar çok yağmış, Kocatepe ve Damlalı kardan geçilmez olmuştur. Yolda kalanlar ellerindeki malı (kuru üzüm, tahin, arpa, buğday, nohut, fasulye, vs.)- kimin elinde ne malı varsa- onu Aktakka'ya satarlar. Kimi peşin, kimi veresiye elindeki malı ucuz pahalı demez verir.
O kış günü, malını sattım diye, satan da memnun alan da memnundur. Aktakka aldığı malları
boş evlere, ahırlara depolar. Sonra peşin ve veresiye aldığı mallar ona çok para kazandırır.
Orada sermaye edinmiş. İyi birikimi olmuştur.

Savran'dan dönen Aktakka- o tarihlerde yapımına başlanan mezarlığın ihata duvarı ihaleye çıkmıştır- mezarlığın ihata duvarı için taş, kum ve çakıl taşıma işini üstlenir.
Aktakka' nın üç adet, çift atlı at arabası vardır. Sivri’den kesilen taşları devamlı inşaatlara taşırdı. O günleri hatırlayanlardan birisi: “Atın birinin adı Yaşar'dı, Yaşarım veya Yaşar dedi mi o mübarek hayvan kulaklarını ofurtur, sesin geldiği yöne bakardı. O hayvanda insan gibi
hissiyat vardı.” diye anlatır. AKTAKKA mezar ihata duvarını alırken Hamamcı Kazım,
Aktakka bu işi ortak yapalım der. İş başlamış ve bitmiştir. Fakat Hamamcı Kazım hiçbir işe elini sürmez hiç işle ilgilenmez. İşin kazancı gelir fifti fifti (%50) bölüşürler. Durumu bilenler Aktakka’ ya kızar. Aktakka Abi: “Haklısınız ama başında ortak dedik, ben de olur dedim. Söz ağızdan çıkar. Bakın dört şey geri gelmez. Söylenen söz, atılan ok, geçen zaman, kaçırılan fırsat geri gelmez. Ben sözümdeyim. Menfaat uğruna sözümü yemem abi.” der. Yine o tarihlerde Ali Çetinkaya, okul ihalesi ve Eski Afyon yolunun ihalesini kendisi alır ve yapar.

Aktakka' nın kendilerine ait hanı vardır. Burada kalanlar yemeklerini yer, işlerini görür, eğer köye dönecek paraları yoksa Mehmet Ağa bize köye dönecek parayı da ver derler. O da hiç alınmadan köye geri dönüş paralarını da verir.
Aktakka yanında hiç para taşımaz eline geçen parayı mutlaka bir şey alır. Bir şeyler yaparmış. Ondan ödünç para isteyenlere hiç itiraz etmez. Ödünç para verir. Ve çalışan esnafı çok severmiş. Çalışan demir pas tutmaz diye konu komşuya maddi-manevi yardımcı olurmuş.
Aktakka büyük oğlunu Afyon'a okuması için gönderir. Fakat oğlu orada okumak istemeyince geri gelir. Sandıklı'ya ortaokul açılınca oraya gönderir. Fakat Sandıklı'da da okumaz. Handa beş çocuğu ve yeğenlerinin okuması için Bekir Hocayı tutar. “Bekir Hoca bunlara hem eski yazı hem yeni yazıyı öğret” der. Fakat o tarihler Han sık sık baskına uğrar. Bu durumdan Aktakka rahatsız olur. Bir seferinde gelenlere; “Bak abi ben söyleyeceğim sen yazacaksın.
Tamam mı abi. Hanı aramak kontrol etmek yerine yaz bakalım.” der.
“Oğlum İsmail'i okusun diye Afyon’a gönderdim abi okumadı. Sandıklı’ya ortaokul açıldı,
burada da okumadı. Ben de cahil kalmasınlar diyerek beş çocuğuma ve yeğenlerime Bekir Hocayı ücretle tuttum. Çocuklarım cahil kalmasınlar diyerek hem eski yazıyı hem yeni yazıyı
okutmasını ben istedim. Yanlış yaptımsa hatam tarafıma bildirilsin” der.
Bu arada Bekir Hoca durumdan rahatsız olur.
“Aktakka benim adım olmasın, beni okutuyordu falan, ücretli falan diye yazdırma kardeşim”
der. “Ortam buna müsait değil. Benim başımı yakma” deyince.
Aktakka:
“Bekir Hocam Abi sana bir zarar getittirmem. Sana maddi manevi bir zarar gelirse ben kar-
şılarım. Bunda korkulacak sıkıntıya düşülecek bir durum yok abi.” der.
Bekir Hocayı sakinleştirir. Hanı aramaya gelen görevliler. Aktakka’nın handa tutulan tutanağını Ankara'ya gönderirler. İki aya kalmadan cevabi yazı gelir.
“Evet çocuklarınızı Bekir Hocaya okutturabilirsiniz”diye resmi izin yazısı cevap olarak gelir.
Sonra han baskına uğramaz. Bu olaydan sonra handa Bekir Hoca çocukları rahat rahat
okutmaya devam eder. Handa dört oda çocukların okuması için ayrılır.
Aktakka konuştuğu herkese “abi” diye hitap eder. Bir gün numune fırınına gelir
“Abi iki ekmek versene” der.
Fırıncı: “Mehmet Amca sen benim babam yaşındasın hatta ondan da büyüksün, ben senin ev-
ladın yaştayım. Oğlum iki ekmek desene olmaz mı?”der. Aktakka orada o tarihi sözünü eder.
“Abi dedik de küçüldük mü Abi?” der.

Komşularına Aktakka’yı sorduk. Aktakka canı sıkıldığı zaman ''DE BE ABİ BE''
diye bağırır, sıkıntısını gidermeye çalışırmış. Bir komşusunun aklına gelmiş; “Aktakka sıkın-
tısını bağırarak atardı ben de bi bağırayım, nara atayım” der. Arkadaşları: “Ne oluyor lan,
kendine gel! Ne var diye hayıflandılar. Sonra komşusu der ki:
“Haa demek ki herkesin kendine göre ortamı kişiliği önemli. Bir daha bağıramadım.
Bağırmak bile kişiye has mış.” der

Aktakka bayram öncesi arife günü kayın annesine gider. Damadım gelmiş diyerek, kayın annesi bayrama yaptığı baklavayı gösterir. Tadına bakmasını ister kayın annesi. Aktakka ucundan, kıyı-
sından bicik alırken tepsinin sonuna gelivermiştir. Kayın validesi bakar ki baklava bitmiş.
Damadına bakar Mehmet ne yaptın oğlum? deyince:
“Eeee ne yapayım bek yemselmiş uçundan bicik alırken bitiverdi Ana.” der.

Aktakka ve arkadaşı Kozanların rahmetli Halil Amca -ikisi de ağır sıklet kilolu, cüsseli örklü- her bayram sürme beşiğe binerlermiş. Onlar bayram yerinde sürme beşiğe binecekleri zaman dellal bağırırmış.


-Duyduk duymadık demeyin. Bugün Aktakka ve arkadaşı Halil Amca bayram yerinde sürme
beşiğe bineceklerdir. Meraklılarına haber verilir.
Diye ilan olurmuş.Onlar beşiğe binince herkes onları seyreder. Onların beşiğin içine oturmaları, beşiğin gıcır gacur ses çıkartması bir hoş olurmuş. Yarım saat süren bu olay günün mevzusu olurmuş.
Onlar hayatını yaşamış. Yaşarken de kimsenin ayıp olur, kocaman adam diye kınama-
larına kulak asmamışlar. Hayat bir oyundur. Gönlünce yaşamasını bilmelisin. Onlar yaşamış.

Aktakka' nın hana, her zamanki müşteriler (yörükler) gelir. Yanlarında develeri de
vardır. Muhabbet esnasında deveye binip Sandıklı’yı gezersin gezemezsin diyerek iddia
ederler. Yabancı müşteriler, Aktakka' nın zengin olduğundan, deveye binip Sandıklı içinde
gezeceğine ihtimal vermezler. Fakat o Aktakka' dır. Gurur kibir sahibi değildir. Zengindir,
yaşlıdır. Yaşantısına kısıtlama getirmez, gamsız, tasasız Aktakka, deveye binip Sandıklı’yı
her sokağından geçmek üzere gezer. İddiayı kazanır. Sebze halinin karşısındaki kahvede
sade kahvesini söyler, nargilesini de içer. İddiayı kazanır. Tabii ki bu durum herkesi ilgilen-
dirir. Çoluk çocuk, büyük küçük; ama herkes devenin arkasında Aktakka'yı izlerler.

Aktakka rahatsız olur İzmir'e hastaneye giderler. Orada başka hemşehrilerini de gö-
rürler. Akşam yaklaşmaktadır. Basmahane de bir otele varırlar. Odalarını kiralarlar. Yemek
yiyelim, biraz gezelim sonra yatarız derler. Aktakka otelin karşısında müsait bir gölge yere
oturur. Oğlu ve diğer hemşehriler; kavun, karpuz, üzüm peynir, soğan, zeytin, ekmek ne
varsa mevsimin meyve ve sebzelerini alır bir güzel sofra oluştururlar. Akşam yemeğini yer-
ler. Aktakka otele bakar. Bir çok pencere açıktır. Hava da sıkıcı sıcaktır. Aktakka der ki: “Be-
nim yastık ve pikeyi buraya getirin. Ben burada yatacam.”der. Oğlu ve hemşehrilerimiz abi
ayıp olur. Etme gitme deseler de bir türlü Aktakka’yı razı edemezler. O, der ki: “Abi ben kur-
tardım burayı Yunan'dan. Bana burada kimse bir şey yapamaz. Burası benim memleketim.
abi” der. Orada bulunan İzmirliler bile Aktakka’yı alkışa tutarlar. Yatak yastık yola indirilir.
Kaldırımda Aktakka sabaha kadar mışıl mışıl yatar.
Aktakka hana fırın yaptırır. Fırının taşını Akdağ'dan bütün olsun diye özel getirtir. Gelen
taş kapıdan sığmaz bir çok kişi yüklenir yüklenir olmaz. Aktakka bakar ki taş kapıdan sığa-
cak ama güç lazım. Aktakka bir omuz kor taş kapıdan geçer. Daha sonra o fırında kelle
paça pişirilir. Fasulye pişirilir. Pişirilen et yarı yarıya yağlıdır. Çalışmasını bilen Aktakka
yemesini de bilirdi. Han müşterileri ve hizmetkarlar, komşular cümle alem cümbür cemaat
orada yemek yer. Aktakka’nın yedi tane çalışanı vardır. Ev halkı ve çoluk çocuk gelen gi-
den han müşterileri derken ekmek çok tüketilmektedir. Daha hesaplı diye hesap eder ve
ekmeği kendi kara fırında yaptırır.

Aktakka balık pazarının önüne ikindi sonrası hasırı serer. Kendi elleri ile hazırladığı
nargilesinin tömbekisini yakar arkadaşları ile fokurdatırdı. Nargileyi mutlaka kendisi hazırlardı. İşin raconu bu derdi. Her sabah kış-yaz, kafayı balık pazarının çeşmesinde soğuk su ile yıkar, Abdestini alır, namazını kılardı.
Cebinden hiç kuru üzüm, fındık, fıstık eksik olmazmış. Sinemanın arkasında oturur. Sine-
maya gelen polis zabıta veya tanıdık birisi geldi mi hemen elini Aktakka’nın cebine atar bir
avuç fındık-fıstık, leblebi vs alır yermiş. Zaten Aktakka’da bu duruma alışmış ki cebinden
çerez eksik etmezmiş.

Geçenlerde bir esnaf abi diye hitap etti. Merak ettim. Hangimiz abi diye sordum.
Çünkü o benden çok büyüktü. Esnaf dedi ki. Biz Aktakka' nın komşusuyuz. O rahmetli her-
kese abi derdi. Nur içinde yatsın. Abi bize ondan mirasta öyle abi dedik.

1887 (1303) doğumlu olan Aktakka üç evlilik yapar. 20.08.1978 tarihinde vefat eder.
Resmi kayıtlarda 91 yıl yaşamıştır. Ama daha uzun yaşadığı söylenmektedir. Hayat bir hikaye gibidir, ne kadar uzun olduğu değil ne kadar güzel olduğu önemlidir. Aktakka İlçemizde iz bırakan şahsiyetlerden birisidir. Yaşantısı, mert oluşu, söz senettir demesi, çalışması,
yemek yemesi ve sözleri geleceğe ışık tutmaktadır. Hatırası vardır. Nur içinde yat abi.


Anlatan: Aytekin Akbaş


ALOS

01/031929 doğumlu Hüseyin’den olma, Hasibe’den doğma. Alos (ALİ OSMAN BOZÜYÜK) çarşıda seyyar şerbetcilik yapardı. Mekan olarak da Yirik Bekir TURAN'ın dükkanının karşısında köşede müşterisini beklerdi.
Şerbetçilik pazartesi günleri olurdu. 40 yaşlarında kadastroya (Kadastro o zaman 3 kurnalının arkasında trafonun yanında idi.) Memur hizmetli olarak girer. Kadastro işi bitince Alos malmüdürlüğüne geçti.
Alos kadastorada çalışırken tarlalarda işaret taşlarını memurların dedikleri yerlere götürürler. Bir gün arkadaşı taşı ayağına düşürür. Bunu gören Alos arkadaşına aman arkadaş taşa bişi olmasında ayağın zamanla iyi olur der. Arkadaşı kızar ulan ukala seninle çalışmam der işten ayrılır.
Alos ölüyü bile gıdıklayan bir tip idi. Durduğu yerde muziplik çıkattırırdı. Bir gün evine giderken, Hacı Osman sokaktan çeşmeye dönüşe varmadan Bir kurbağanın metlediğini görür.( O zaman Hacı Osman çeşmesinin suyu yol üstünden akardı.) Hemen kurbağayı tuttuğu gibi bakar ki yandaki evin penceresi açıktır. Kurbağayı pencereden evin içine atar. Evde sofra ortada, çorba sofranın ortasında ev halkı yemek yemektedir. Çorbanın içine kurbağa düşer. Evin kadını çorba kabını tuttuğu gibi pencereden dışarı atar. Ama Alos fır kaçar. Köşeden başlar seyretmeye. Sokağa atılan çorba ve kabı yoldan geçen rahmetli Cemil Amca’nın üzerine denk gelir.
Cemil Amca üzerine dökülen sıcak çorbanın verdiği rahatsızlıkla;
-Ne oluyoruz yahu.. ne bu hal. der. Başlar bağırmaya.
Açık pencereye bakar ses seda yok. Cemil Amca etrafa bakar kimse çıkıp da bir şey demez.
Cemil Amca bağırmaya devam eder. Evin beyi çıkar durumu anlatır. Ama Cemil Amca: Benim ne kabahatim var, çoluk çocuk bir iş yapıyor çorba tasını biz yiyoruz.”der. Evin sahibi muhterem bir insandır. Cemil Amca komşusuna bir şey diyemez; ama yengeye kırıldım der.
Köşeden olup biteni seyreden Alos hem suçlu hem güçlüdür; ama hiç bir şeye karışmaz oralı bile olmaz...

Sazak’ta 2 dönüme yakın bahçesi vardı. Memlekette ilk turfanda sebze ve meyveyi yetiştiren Alos'tur. Sandıklı’ya İzmir dolaylarından tohumunu getirip ilk rokayı yetiştiren de O'dur.
Çiçek yetiştirir. Sümbül, beyaz zambak yazın bağ bağ satardı.
Bir gün pazara kabak getirir. Kabağın başında bekler bekler satamaz. Usanır başlar bağırmaya:
-Alan da kabak, satan da kabak, der der bağırır. Bu arada bir kravatlı gelir kabak seçmeye
başlar bir kilo kadar seçer. Parasını sorar.
Alos anlamaz: “Alan da kabak satan da kabak.” der durur.
Müşteri sorar kardeşim tamam kabakta, kabak kaç para der. Tarttırır parasını verir, gider.
Yarım saat sonra 2 polis gelir. Alosu tutar giderler. Hakimin önüne çıkarırlar.
Hakim önceden Alosu araştırır muzip biri olduğunu öğrenir. Hakim Alos'a:
-Sen bana kabak dedin. Alos:
-Yok efendim. Ben size demedim.
-Hayır bana kabak dedin.
Alos iddia eder. Ben size demedim. Alos içinden de “Ulan keşke bişey demeseydik. Hayatın tekrarı yokmuş. Şimdi ne diyeceğiz. Karşımıza kabak alacak çıka çıka hakim çıktı.”der.
Hakim:
-Kardeşim ben senden kabak almadım mı?
-Aldın.
-Sen, alan da kabak, satan da kabak demedin mi?
-Dedim.
-Eeeee.. sen bana kabak demiş oldun.
-Efendim işte ben kabağı satamayınca şey oldum, huzursuz oldum yetiştirdim para etmeyince hiddetlendim.
Diye ifade vermeye çalışır. Bakar ki iş uzayacak efendim, Bekir Turan gelsin (Alos hakimi Bekir TURAN'ın dükkanında görmüştür. Belki Bekir beni bu hâkimden kurtarır diye düşünür.) der. Hâkim O'nu da getirttirir. “Önemli olan sözler değil davranışlardır.” der. Hâkime iyi davranarak olaydan sıyrılmak ister. Hâkim O'nunla da bir müddet muhabbet eder. Bekir Turan’la çay içilir ve hâkimin odasından ayrılırlar. Hâkim Alos'a şaka olarak algılamasını söyler. Sonra beraber , Bekir TURAN'la hâkimin yanından ayrılırlar.
Not:Bu hikayenin bir benzeri Rahmetli Zeytinci Feti Amca olarak da anlatılır.

Alos, şerbet satarken şu dörtlüğü söylerdi.
“ Merdanedir merdane
Karlı dağın ardına
Buz gibi limonata
Otuz iki dişini sökmezse bedava”
Alos’u tanıyanlar onu iyi bilir. Sandıklı kaymakamının ilk günleridir. Kaymakam makamına erkenden gelir. Girişte Alos'a selam verir geçer. Kaymakam bey daha makamına varmadan horoz öttüğünü duyar. Kaymakam odasına varınca odacısını çağırır bakın bir köylü horoz getirmiş, bir personele rüşvet mi verecek yoksa burası ne, resmi dairede ne işi var
horozun, git şu horozu getir der.
Odacı Alos'u getirir. Kaymakam Bey bakar şaşırır. Hayretler içinde odacıya bakar. Odacı
rahmetli Hacı Sabri Kurnaz'dır. Hacı Sabri Kurnaz durumu anlatmaya başlar. Kaymakam
benimle dalga mı geçiyorsunuz derken. Odacı öten horoz olmadığını öten kişinin Alos olduğunu söylemeye çalışır. Kaymakam sabah sabah kızar. Elini masaya vurduğu gibi: “Buranın
horozu benim. Benden başka horoz olamaz.” diye bağırır. Ayağa kalkar. Hiddetlidir. “Bir çöplüğe, bir horoz yeter.”der. Alos bakar Kaymakam Bey kızak. Çok kızmış zaten bir muhabbetimiz de olmadı. Özür bir işe yaramaz herhalde derken, bakar ki çivi çiviyi söker diye düşünür. “Cesareti olmayanın başarısı da olmaz.” diyerek cesaretini toplar ve der ki:“Efendim siz bu makamın horozusunuz. Doğrudur. Ama ben bu hükümet binasının horozuyum. Gelin iyi geçinelim der. Kaymakam bakar ki bu adam farklı biri. “Nasıl olacak bu iş?”der. Alos tekrar kaymakamın makamında başlar ötmeye, horoz gibi de gubarır. Kaymakama doğruda iki adım
hamle yapar. Kaymakam duruma güler. Kızmaktan vaz geçer. Daha sonra Zaman zaman
sinirlendi mi Alos'u çağırır onunla bir iki laf ederek sitrest atar. Dost olurlar. İyi dostluklar
kavgayla başlarmış.
Kaymakam bey hükümetin etrafını çimlendirir çiçekler diktirir. Hükümetin gece bekçilerine bahçeyi zimmetler. “Bir zarar gelirse karışmam buraya gözünüz gibi bakın.” der. Çiçeği ve yeşili çok sevdiğini anlatan Kaymakam Bey “bu konuda taviz vermem ha” diye yeşilin ve çiçeklerin önemini anlatır. Alos durur mu?
“Efendim, ben de çiçekleri çok severim. Bahçemde benim de çiçeklerim var. Siz müsterih
Olun.” der. “Başımı veririm burayı korurum. Bir zarar vermem, verdirttirmem.” der. Fakat,
daha bir hafta bile olmadan birinin koyun ve inekleri bahçeye girerler. Alos hükümetin etrafını gezerken bakar ki koyun ve inekler var bahçede. Koyunları tuttuğu gibi boduruma indirir.
İnekleri kovalar.
Sabah olur. Koyunların sahibi gelir. Etrafta koyunlarını ararken Alos koyun sahibini de boduruma indirir. Kapıyı kapattığı gibi adama basar sopayı, bir güzel döver. Koyunların sahibi
bağırır, sesi duyan hükümet görevlileri boduruma gelirler. Alos koyun sahibini altına almış,
ağzı eğri orak şeklindeki bıçağı boğazına dayamış; öldürecek adamı, Hemen Alo’su teskin
etmeye çalışırlar. Alos kaymakamın gelmesini söyler. Yoksa koyun sahibini öldürecek. Görevliler gider kaymakamı çağırırlar. Kaymakam zaten çiçeklerin ve çimlerin mahvolduğunu
görünce, kafası atmıştır. Alos'un olduğu yere gelir. Bakar ki Alos birini altına almış, bıcağı
boğazına dayamış.“Bir dakika kardeşim ne yapıyorsun. Sana hükümetin horozluğunu verdimse adam kes demedik ya.” der. Alos:
- Efendim bu adamın inekleri ve koyunları hükümetin bahçesine girmiş. Ben de tuttum. Koyunlar yan odada, sahibi bu, ne yapayım efendim.
Kaymakam duruma bakar:
-Alos adamı bırak kardeşim.
Alos:
- Efendim ben size çiçekleri koruyacağım dedim, ama bu adam hep böyle. Madem bana müsaade etmeyeceksin, buyur sen ne yapacaksan yap.
Ve koyun sahibini bırakır.
“Sayın Kaymakamım çiçeklerin hesabını bana değil buna soracaksın. Sonra sorumluluk kabul
Etmem.” der. Ölüm Kapınızı çaldığı zaman,bir sevginiz olsun Dünyada kalan...

Alos kaynı Memduh ile Nevşehir’e ev eşyası götürürler. Dönüşte 14/15 kişi otostop çeker. Alos kaynına şunları alalım çorba parası çıkar der. Fakat kamyon kasasına yolcu almak yasaktır. Polis çıkarsa ne yapacağız Alos? der kaynı. Alos:
-Hallederiz Memduh. der.
Yolcuları alırlar. Yolculara polis durdurursa kafalarınızı çıkarmayın, ayağa kalkmayın, ceza yersek sizden alırım, ha der. Yol parası olarak şu kadar vereceksiniz der. Anlaşırlar, yol parasını da peşin alırlar. 20 km. ya gidilmiştir, ya gidilmemiştir. Polis kamyonu durdurur.
Alos camı indirir.
Polis sorar:
- Yük varmı?
Alos:
- Yük yok.
Yan gözüyle de kasaya bakar 15 kafa sıralı bunlara bakmaktadır. Polis bunlar ne diye sorunca Alos döner bakar ki kasadan 14/15 kafa bunlara bakıyor.
Alos:
-Bunlar hayvan.
Polis:
-Kardeşim nasıl hayvan, baksana hayvana benziyor mu? diye sorunca,
-Polis bey ben ne yapayım yolda yalvardılar. Ben de dayanamadım aldım. tembihte ettim. Polis durdurursa kafanızı çıkarmayın, ayağa kalkmayın gözükmeyin dedim. Beni anlamadılarsa bunlar hayvan. Anlasalardı kafaları çıkarmazlardı, ayağa kalkmazlardı, gözükmezlerdi. Ben ne yapayım şimdi.
Polis gülmekten yarılır. Tamam, bey amca tamam hadi yoluna der. Ceza kesmekten vazgeçer.

Alos emekli olduktan sonra her Dinner pazarı (salı) günleri kaplıcaya gider. Hemen hemen
her seferinde bir şey bulur, bir şeyler derdi. Bir gün banyo yapıp dönerken (şimdiki jandarma karakolunun yanına yaklaşınca) otobüs şoförüne, “Şöfer bey şöfer bey bi dakika” şoför duraklar.“Oğlum torbam kaldı bekle de bi alıp geliverelim.” der. Şoför arkadaşıdır. “Bi daha ki
sefere amca bidaha ki sefere amca.” der. Alos: “Oğlum yengen yarın çamaşır yıkayacaktı da, benim kirli çamaşırlar bekleme salonunda kaldı. Yengen beni eve kuymazsa.” der. Şoför: “Alos Abi merak etme senin kirli çamaşırları ben yengeme anlatırım.” diye yüksek sesle konuşurlar.

Yine kaplıcaya giderken otobüs doludur. Alos otobüse biner. Şoföre, “Oğlum ben nereye
binecem.” diye sorar. Şoför:”Amca bana binme de nere binersen bin.” der.

Alos'un üç çocuğu vardır. Küçük oğlunu kaplıcaya götürmek ister. Fakat oğlu Alos'a “Baba, benim yanımda arkadaşlarına şaka yapma; ayıp oluyor. Arkadaşlarınla şaka yapacaksan beni götürme.” der. Alos oğluna söz verir. Otobüse binerler. Şoför bakar ki otobüste Alos var; süt dökmüş kedi gibi, sessiz duruyor. Kimseye çatmıyor. Hayret eder. Şoför duramaz. Sonunda, “Alos Abi ne var; ne yok.” der. Alos oğluna söz vermiştir. Cevap vermez. Şoför kaşır, tekrar tekrar sorar. Alos bakar ki bir şey olmadan sözü keser. “Şöfer bey Şöfer bey, çocuk var yanımda bana laf yedittirme, her zamanı da bir bilme. Söz verdik velede, sessiz olacağız diye.” Şoföre o gün laf söylemez ama sonradan çıkarttırır.

Karacaören yolu üzerinde bir bahçenin duvarları yüksek yapılmıştır. Toprak kerpiçten yapılan duvar, yaslanınca sallanmaktadır. Bunun farkına varan Alos ve arkadaşları ile Alos’un küçük kardeşi rahmetli Sabri de o gün oradadır. Sabri güçlü kuvvetlidir.
Alos, kardeşine der ki: “Sabri şu duvara bir omuz koy bakalım yıkabilecek misin?” Sabri, duvara bir omuz vurur; duvar yıkılır. Bu olay sürekli devam eder. Hususi, duvar yapıldıysa yıkalım diye bahçeye giderler. Bahçe sahibi duvarı yapmaktan usanır. Bahçede nöbet tutar. Yine bir gün Alos, kardeşi ve arkadaşlarını görür. Onlardan şüphelenir. Bahçe sahibi, gider belediye zabıtasından
Ahmet ÇALIM’a şikayet eder. Ahmet ÇALIM (Burhanoğlu-Burhanların Ahmet) Alos’un dayısı olur. Yeğenlerinin böyle bir şikayeti, onu üzdüğünden Belediye Çavuşu Ahmet Çalım bahçede nöbet tutar. Duvara sırtını yaslamış beklemektedir. O gün oradan yine, Alos ve kardeşi Sabri
geçerken bakarlar ki bahçe duvarı yeniden yapılmıştır. Alos, küçük kardeşi Sabri'ye:
-Len Sabri senin duvarı yeniden örmüşler. Bi yaslan bakalım. der. Konuşmaları duyan dayıları
duvar yıkılmasın diye. Duvara var güçü ile yaslanır. Sabri duvara bir hamle yapar yıkamaz,
bi daha, bi daha yine yıkamaz. Sabri iyice kızar, son bir hamle ile duvara bir omuz kor. Duvar
yıkılır. Ama bir el Sabri'yi yakalar. Alos, olaya biraz mesafeli olduğundan bakar dayısı kardeşini yakaladı; hemen gözden kaybolur. Sabri, dayısından bir güzel dayak yer ve laf işitir. “Dayı abiyim Alos da vardı. Onu niye dövmüyorsun?” der. “Ben onu görmedim. Hem o, duvarı yıkacak kadar cüsseli değil, kerata.” der. Bir daha duvarı yıkmazlar ama aynı bahçeye ergen yemeye giderler. Çocukluk saflığını kaybetmeyen adama ''büyük adam'' denir.

Alos arkadaşları ile Karacaören yolu üzerinde bir bahçeye ergen(kızılcık) yemeye gider.
Alos ve arkadaşları, ergen yerken bahçe sahibi geliverir. Bahçe sahibini gören Alos'un arka-
daşları kaçarlar. Alos ağacın tepesine çıktığından inerken ayağı iki dalın arasına sıkışır. Alos
ağaçta ayağından asılı kalır. Bahçe sahibi gelir. Alos yalvarır: “Amca affet ne olur; beni kurtar.”
diye.Ama bahçe sahibi: “Ben bir şey yapmadım ki kendin düştün kendin kurtul.” der. Bahçe sahi-
bi Alos'un ve ağacın etrafında dolaşır durur. Yarım saat falan bahçe sahibi Alos’a kızar, neye
ergenlerimi çalıyorsunuz, yiyorsunuz diye laf eder. “Ben varken gelseydiniz, amca ergen yi-
yebilir miyiz deyip hepsini yeseydiniz bir şey demezdim.” deyince Alos: “O zaman tatlı olmuyor
ki.” der. Bahçe sahibi daha çok kızar, Alos'u kurtarmadan giderken, Alos kızar ''Len amca
doğru söyledik, yine kızıyorsun, ne demem gerekiyordu. Ulan şu alışkanlığımız kelepçe
oldu bize be.” der. Alos, oradan daha sonra arkadaşları tarafından kurtarılır.

Alos hareketli bir hayat yaşamıştır. 4 arkadaşı ile Hörü'den( O zaman atı olan bir vatandaşın
ismi) at kiralarlar. Hörü atı verirken: “Oğlum düz yoldan gidin, tarlalara bataklıklara sapman,
atıma zarar vermen ha.” diye de tembihler. “Tabi hörü amca, tabi.”der. Atı alan Alos ve arkadaş-
ları kaplıcaya banyo yapmaya giderler. Ata iki kişi biner, iki kişi yaya giderken sıra, Alos ve arkadaşına gelir, İstasyon Altı’ndan Soğukpınar'a Deve Yolu’ndan Tozkoparan mevkiine yaklaşınca orası bataklıktır. At bataklığa gömülür. Orada çalışan ve durumu fark eden Ember Ali İhsan Amca:
-Oğlum Alos Hörünün beygiri ölürse ölsün, canını kurtar atla,
diye bağırır. Alos, durum vahim attan atlar zorla kıyıya çıkar. O sırada tarlalarında çalışanlar gelirler, kazma kürek atı bataklıktan çıkarırlar. Fakat atın ayağı kırılmıştır. Alos, mahcup mahcup atı geri getirir. O olaydan sonra, kaplıcaya yaya giderler. At kiralamak isteyen arkadaşlarına: “Kendinize yön arıyorsanız, yolunu kaybetmiş kişilere sormayın” der.

Alos Amca işten eve, evden işe gidesiye kadar, bir çok işyerine uğrar. Şakasını yapar.
Takılır, bağırır bağırttırır; söver sövdürür. Çayını kahvesini içer. Hayırlı işler der, giderdi.
Bunlardan birisi de: Rahmetli Yorgancı İbrahim Amca idi. Ona her seferinde “Doktor Bey, ben
ne zaman geleyim, bana da bir randevu versene.” diye takılırdı.
Alos, çoluk çocuk, erik toplamak için bahçeye giderler. Alos, erik ağacının tepesindeki
erikleri toplamak için üç ayaklı merdiveni kurar.Ağacın tam tepesinde erik toplarken hava şartları
da alengirlidir. Birden rüzgar gelir ve Alos’u merdivenden düşürür. Çocukları hemen yanına
varırlar. Alos bir müddet sonra kendine gelir, ama topuğu çıkmıştır. Topuğu şişer. Topuğunun üzerine basamaz. Çocukları: “Baba seni kırıkçı çıkıkçıya götürelim.” deyince, hemen iki elini kaldırır:
“Benim bir şeyim yok, bir yere gitmem.” diyerek bağırır. Fakat zaman geçtikçe topuğu ağrı-
maya başlar. “Hem ağrıyor hem acıyı azaltmıyor.” diyen Alos, ağrıdan duramaz. Çocukları
zorla kırıkçı çıkıkçıya götürürler. Yorgancı İbrahim Amca kapıdan giren Alos'a bakar ki,
başlar kahkaha ile gülmeye. Alos: “Köprü yapan kendi geçer; kuyu kazan kendi düşer.
Eline düştük İban'a.”der.
-Len Alos hayrola, randevu istiyordun; ben ne zaman geleyim diyordun. Ne işin var len
senin burada Elime düştün Alos, feriştahı gelsin seni benim elimden alsın gayim. der.
İki oğlu Alos'u omuzlarından tutarlar. İbrahim Amca Alos'u bağırttıra bağırttıra, topuğu ye-
rine koyar. Alos’a, topuk çıkması en zor çıkıktır, der. Alos'la bir güzel dalga geçer. Hiç ko-
nuşmayan ''Etme bulma dünyası'' diyen Alos bir daha Han sokaktan geçmez.
“Benim dünyamda hayatın tekrarı yoktur.” der.

“Fırtına zamanı olmasın günüm,
Damlalar göklerden süzülsün yeter!
Sevgi ve şefkatle doluysa dünüm,
Birkaç seven dostum üzülsün yeter!”

Zincirlikuyu'nun olduğu yerde Kör Terzi Amca vardır. Gözleri sonradan
görmez olmuştur. Alos ile aynı sokaktadır. Kör Terzi’ye, Ulucamiye yatsı ve sabah nama-
zına giderken ara sıra denk gelen Alos, köşeye saklanır. Kör Terzi geçerken Alos havlar.
Her zaman aynı yerden geçerken köpek havlaması ile irkilen, Kör Terzi tabii ki korkar.
Bu bir ara devamlı olur. Kör Terzi evden çıkışta bir gün, kaç adım ve nereye doğru kö-
pek havluyor diye adımlarını sayar; ne tarafa döndüğünü hesap eder. Yine bir gün evinden
sabah namazına çıkan Kör Terzi, adımlarını yine sayar; elindeki asayı da ters tutar.
Aynı yere gelince köpek havlaması başlar. Kör Terzi, asayı sağlam şekilde sesin gel-
diği yöne savurtturur. Alos:
“Anam Allah” der. Kör Terzi: “Halla hala, asayı yiyen köpek bile Allah diyor.”
der. Alos Kör Terzi’nin asayı savurtturacağını hesap edemez. Boşta da bulunur. Asa, Alos'un ka-
faya iki kere tam denk gelir ki, Alos un kafa bere olur. Kafası sarılı Alos'a sorarlar: “Alos, hay-
rola bu ne hal sarık falan.” Alos: “Eeee nedelim, çekirge bir zıplar, iki zıplar; üçüncü de asayı
ters tarafından yer....” der.


Alos ve beş altı arkadaşı, Hisar’dan inerken Bakarlar ki fırından bir bayan, börek tepsisini ba-
şına almış; Yeşildirek Cami’sine doğru iniyor. Alos, ayakkabılar ses çıkarmasın diye ayakkabı-
ları çıkarır ve bayanın arkasına koşar. Bayanın arkasından tepsiye bir kaç el atar ve sekiz on
böreği, hapazladığı gibi arkadaşlarına verir. Tepsinin hafiflediğini hisseden bayan, arkasına
döner ama Alos eli boş, lakayt lakayt gelir. Bayan, ona bir şey diyemez. Çünkü, Alos’un elin-
de bir şey yoktur. Eve varınca da börekleri soran annesine, durumu anlatamaz. Bir güzel
azar işitir.

Ulucamii’nin civarında bir manifaturacı esnafı, Alos'a çerçilerin bohça ile sattığı mallardan
bir bohça hazırlar. At ile Dinar pazarına gider. Bir kaç parça mal satar ama döneceği za-
man atı huylandırır. Atı kaçırır. Dinar’da kalan Alos'a, pazarcılar: “ Alos, yarın şu pazara gidelim, diğer gün şu pazara gidelim. Nasıl olsa atı yakalayamayız. Sandıklı'ya da yayan gidemezsin.” derler. İki hafta pazarcılar ile pazar dolaşan Alos, sonunda Sandıklı’ya gelir. Manifaturacıya hesabı verir. “Ben çerçicilik yapmayacağım.” der. Yemin eder. Bu arada “Alos, manifaturacının malını aldı kaçtı; gelmiyor. Para bitince gelir.” lafı da Sandıklı’ya yayılır.

Gediz depremi olduğu sırada Alos eşi ile bahçede çalışmaktadır. Eşi:“Alos deprem oluyor,
napalım.”der. Alos: “Len karı ne depremi, yel esiyor.” diye inanmaz. Ben bi çarşıya gideyim, di-
ye bahçeden ayrılır. Ulucamii’nin yanındaki kahveye gelir fakat kahvedekiler, dışarı çıkmış; bir
telaş içindedirler. Alos sorar: “Ne oluyor burada?” Kahveden dışarı çıkanlar: “Alos, deprem oluyor bak hissetmiyor musun?” derler. Alos, “Allah Allah bahçede karı demişti de inanmadıydım.”der.
Bunu duyan bir başkası, duymamış gibi Alos'a yanaşır. “Len Alos ne işin var burada. Senin
hanım, bahçede toprak yarıldı içinde kaldı. Sen burada oluyor mu?” Alos bir koşu bahçeye
varır. Eşini çalışıyor görünce rahatlar. Bağırarak: ''Hanım sana kavuştum ya.” der rahatlar.
Eşinin yanına varır. “Hanım hanım, deprem oluyor. Hadi eve gidelim, bırak işi.'' diye bağırır.

Alos'un kaynı, askere gideceği sırada Alos arkadaşı ile sıpa pisliğini lokum paketine sıra-
larlar, üzerine de Hindistan cevizini sepilerler. Kaynı trene biner. Alos, paketi arkadaşına
verir. Tam bu sıra kaynına bağırır şunu yolda yiyiverin” der. Alos’un arkadaşı, paketi
Alos’un kaynına uzatır, verir. Paketi alan Kaynı: “Yolda bir müddet sonra şu lokumu
yiyelim de ağırlık etmesin barik” der. O zamanlar kara vagonla askere gidilir. Vagonda
ışık yoktur, paketi açan kaynı lokumu herkese ikram eder. Lokum gibi küçük olan sıpa pisliğini ağzına alan askerler birbirinin üzerine kusarlar. Rivayetlere göre Alos’un kaynı ömrün-
de hiç lokum yememiş hala da yememektedir. Ara sıra “Dayı lokum alır mısın?” diyenlere çok
bozulmaktadır. Hatta, lokum demelerini bile yasaklamıştır.

Eskiden kadınlar fıta giyerlerdi. Alos bu, çocukluğunda, yan yana giden iki kadının fıta-
sının uçlarını birbirine bağlar, arkalarından da ne olacak diye takip ederdi. Kadınlar ayrılacağı
zaman fıta yere düşer, kadınlar fıtasız telaş yaşarlardı. Alos’un da bu hoşuna giderdi.

Ali Osman BOZÜYÜK dolu dolu kahkahalı ve neşeli bir hayat yaşadı. Gönlü hiç yaşlan-
madı. Beşiği yapılıp mezarı kazılmayan var mı? Hiç kimse dünyaya usanmaz ya; o, güle-
rek yaşadı. Gülerek ve güldürerek de 11/10/1986’da 57 yaşında, yaşlanmadan öldü.
Baharda yetiştirdiğin güller/çiçekler kabrini süslesin. Sandıklı'da hatırası bol Ali Osman
BOZÜYÜK, nur içinde yat.



Kaynak: İsmail Bozüyük
Anıt Ağaç &
“Sandıklıya bin çınar dikildi.”

Ortaklar’dan yola çıkıyorduk. Noktayı dönerken kahverengi levha “Anıt Ağaç 12 km.” yazıyordu. Arkadaşlara, “Şu ağacı bir ziyaret etsek.” dedim. Şoför, hemen o yöne döndü. Uzun dar yollardan sonra, Sadetli köyüne vardık.
Elimde fotoğraf makinesi, çınar ağacının etrafında dönerek inceleme yaptık. Sanki bir şey biliyormuş gibi, ağaca uzun uzun baktık. Etrafından çokça resimler çektik. Çınar ağacının önünde künyesi de yazılı idi. 800 yıllık bir ağaç olduğu. 18.5 m yüksekliğinde, gövde çevresi 8.65 m, gölge çapı 35 m 2002 yılında Kültür Bakanlığı bakımına alınmış, yazısını okuduk. Arkadaşlar, “Abi, gözünü seveyim bu ağacı görmeye mi geldik?” diye sitemle sordular.
Çınar ağacının etrafında köy kahveleri var. Kahvelerin önü asma ile gölgelenmiş. Serin bir ortamda oturarak birer çay içmek istedik. Oranın sakinlerine, selam verdik. Biz de bir masaya oturduk. Kahveci, “Hoş geldiniz.” dedikten sonra. “Ne içersiniz?” diye sorunca, çay isteğimizi dile getirdik. Derken, oranın sakinlerinden bazıları masamıza iştirak ettiler. Birisi Emirdağ da askerlik etmiş, diğeri de Gazlıgöl’ü biliyormuş. Bizim arkadaşlardan birisi de Emirdağlı idi. Muhabbet başladı.
Çınar ağacını sorduk. Köyün sakinleri asırlık çınar ağacını anlattı
“Yetkililer araştırma sonucu 800 yıllık diye tahmin ettiler. Çok kişi bu ağacı görmeye gelir. Nece kişiler ,bu asırlık çınarın altında kahvesini yudumlarken tatlı muhabbetlere imza attı. Belki de bazıları nargilesini fokurdattı. Bazıları tütün sardı. Şu çınar, neler görmüştür neler. Selçukludan Osmanlı’ya, şimdi bizlerle daha nice yıllara. Bu ağacın fidanını diken adamın adı bilinmiyor ama eseri bizlere gölge oluyor, kuşlara yuva oluyor. Bak sizleri buralara kadar getiriyor. Bu ağaç bizlere geçmişin mirası bizlerde onu geleceğe sağ salim teslim etmeliyiz. O adam her kimse ne güzel iş yapmış değil mi?” Köyün sakini olan arkadaş bunları anlatırken boynunu büktü, gözleri çınarın yaprakları arasında kayboldu gitti. Sonra devam etti.
“Allah saklasın, az daha bu asırlık ağacımızdan mahrum kalıyorduk. Köyün yakınlarından geçen oto yol için tünel kazımı sırasında, tam bu ağacın derinliklerinde suya rastlandı. 6 dev su motoru, üç ay gibi uzun süre suyu çekti. Yine de tünelden çıkan su bitmedi. Mühendislerden birisi, Masraf az olsun. Biz bu suyun önüne ark açalım su kendiliğinden akıp gitsin. demiş. Öyle yaptılar. Su üç haftada dereye hep aktı.
Daha sonra baktık ki bizim ağaç kuruyor. Muhtar, hemen Tarım İl Müdürlüğü’ne, Kültür Müdürlüğü’ne haber verdi. Yetkililer geldi. On, on beş gün incelemeden sonra ağacın etrafına boru döşendi. İçinde, o borulardan ağaca devamlı ince ip kalınlığında su veriliyor. Ağacın etrafında döşeli olan taşlar söküldü. Yerine delikli taş döşendi. Birde kısmen ağacı budadılar. Şimdi yine yeşillendi. Çocuklar gibi ne çok sevindik ama…’’
Köylüler bunları ve daha fazlasını anlattı. Belki önemli görülmeye bilir. Bunu niye yazdım biliyor musunuz?
Yetişkin bir ağaç: Bir saatte 2,3 kg karbondioksit alıp 1,7 kg oksijen verir. Eskiden Yeşil Sandıklı veya yeşil olur Sandıklı’nın biberi denirdi. Şimdi bu yeşillik nerede? Bizler de geleceğe neden yeşil bir Sandıklı bırakmayalım?
Sandıklı Kültür Varlıklarını Kuruma ve Yaşatma Derneği 1000 adet çınar ağacını muhtelif yerlere dikti.Sadece İstasyon’dan Kaplıca Kavşağı’na kadar 360 çınar dikildi. 40 adet Yunus Emre Mahallesi’ne, 11 adet 75.yıl parkına, 68 adet Alpaslan Türkeş parkına, 15 adet düğün salonun yanına, 30 adet Mehmet Akif Ersoy parkına, 9 adet istasyon parkına, 40 adet İstasyon altındaki yola, 20 adet Sandıklı Lisesi’ne, 15 adet Zekiye Ana Okulu’na, 10 adet Bekteş köyüne, 10 adet Emirhisar köyüne, 25 adet Ali Çetinkaya Okulu’na, 25 adet Ulupınar parkına, 10 adet Bölge Trafik’e, 8 adet Dodurga köyüne, 10 adet Karacaören köyüne, 12 adet Sepet Sokak’a, 36 adet Tepekent çıkış yoluna, 165 adet Ağaçlandırma parkına, 5 adet Tepekent Camii’ne, 20 adet Kevser Cami’si ve parkına.
Hemen hemen her okulun ve caminin bahçesine çınar dikildi. Arkadaşlar,büyük bir hizmete vesile oldular. Ama o çınarların bazıları bakımsızlıktan kuruyor. Hizmetlere güzel demek kâfi gelmiyor. Fiilen yardımcı olmak da gerekiyor. Her şey madde değil. Yapılanların semeresini biz görmeyebiliriz. Görmemizde gerekmiyor. Ama gelecek nesillere, güzel bir miras bırakmak da önemli sanırım. Sandıklı bizim değil. Sandıklı bizlere miras da değil. Sandıklı bizlere emanet. Geleceğe daha güzel bir Sandıklı bırakmak için bunu düşünmek bile ala. Sandıklı Kültür Varlıklarını Koruma Derneği’ne teşekkürler.
Baki kalan bu kubbede hoş bir seda gibi


Arap Hâkim ve Taburcu Mehmet

1942-1954 yılları arası Sandıklı'da, Arap Hâkim (kendisi siyahî ırktan olup) adı ile anılan, asliye ceza hâkimi hoş sohbet bir hâkim vardı. Kendisi Sandıklı'yı kendi memleketi
gibi severdi. Sandıklı adına, var gücü ile çalışırdı. Davalara baktığı sırada çok titiz bir
durumu vardı. Şöyle ki: Davalı ve davacının hakkını bihakkın korurdu.

Gelelim, Taburcu Mehmet Tekin Beyefendi'ye. Sandıklı'nın kendi içinden yetiştirdiği ilkokul mezunu, fakat üniversite bitirmiş bir uzman gibi dava takipçisi, bir avukat kadar işinin
ehli bir adamdı. Taburcu Mehmet , adliye kaleminden çıkan adamlara, “Bir maruzatın, bir derdin mi vardı? diye sorar. Davalı veya davacı maruzatını anlatır. İlgilenmesi için Taburcu
Mehmet'e olur verilirdi. Davalının veya davacının olurunu alan Taburcu Mehmet vaziyeti
teferruatlı öğrenir tatbikata geçerdi.
Yine bir gün Taburcu Mehmet merdivenlerde bekler. Arap Hâkim tarafından sonuçlanmış bir davada, davalı karardan memnun değildir.
Hemen merdivenlerde Taburcu Mehmet'e müracaat eder. Taburcu Mehmet meseleyi iyice etüt ettikten sonra, kararı temyiz eder. Kaleme aldığı davalının hakkını, enine boyuna iyi bir avukat kadar güzel savunmuştur. Netice, temyiz kararı davalı lehine bozuk gelir. Arap Hâkim kararı yeniden davacı lehine kararlandırmıştır. Ama temyizi ikinci kez bozmuş ve Arap Hâkime ihtar gelmiş. Arap Hâkim o günün avukatlarına: “Yeni meslektaşınızı tebrik ederim. Bana büyük bir ders verdi. Siz ve ben bunca yıl beyhude okumuş, meslek sahibi olmuşuz. Ama bir ilkokul avukatına mağlup olduk. Yaşamda en önemli şey kazançlarımızı kullanmak değildir. Bunu herkes yapar. Asıl önemli olan kayıplarımızdan kazanç sağlamamızdır. Bu zekâ gerektirir; Akıllı insanlarla boş insanlar arasındaki fark budur.” der.

Mehmet TEKİN 03.08.1326 (1910) doğumlu olup iki kız, üç oğlan babasıdır. 26.12.1976’da vefat eder. O Sandıklı’da serbest meslek sahibi arzuhalcilerdendi. Davalı veya davacının maruzatını iyice öğrenir. Derinlemesine mütalaa eder, müthiş bir savunma hazırlardı. Hisar mahallesi Çavuş Çeşme sokakta ikamet ederdi.
Mehmet TEKİN, TABURCU MEHMET
Nur içinde yat.


Terzi Mehmet TOPBAŞ ile sohbetten derlendi.
Tüyleri birbirine benzeyen kuşlar
birlikte uçuşurlar

HÜSEYİN AYDIN
(AYDIN BEY)
1890’da Sandıklı’da doğdu. Mektebe-i İdadi’yi (İlkokul) bitirdikten sonra Kara hisar-ı Sahip (Afyon) sancağının bağlı bulunduğu Hüdavendigar vilayetine(Bursa) gider. Bursa’da Dar-ül Muallimin (Erkek Öğretmen Okulu)’de yatılı olarak okur. Öğretmen okulunda okurken Harir-Darüt (İpekçilik Enstitüsü) mektebine de devam eder. Ve oradan da diploma alır. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra öğretmenliğe atanır. Niyeti, bir süre öğretmenlik yaparak, para biriktirdikten sonra İstanbul’da üniversiteyi okumaktır. Bu arada Balkan Harbi patlak verir (1912-1913).Yedek subay olarak orduya yazılır. İstanbul’da Mühendishane-i Berri Hümayun diye anılan Topçu okulunda gerekli eğitimi görerek topçu subayı olur. 1. ve 2. Balkan Harbi’ne, ardından 1. Dünya Harbi’ne katılır. Balkan Harbi’nin bitimi ve 1. Dünya Harbi’nin başlaması arasında geçen süre İstanbul’da askeri eğitim ve talimle geçer. Bu arada arkadaşlarıyla Fransızca çeviri denemelerinde bulunurlar.
I. Dünya Harbi başlar, Çanakkale Cephesi’ne gelirler. (19. Fırka 25. Topçu Alayı) Afyonlulardan oluşan disiplinli, yüksek savaş kabiliyetine sahip taburumuz, cephedeki askerin morali yükselsin diye, araziyi tanımadan akşam karanlığında cepheye sürülür. Alelacele verilen bu emir neticesi çok sayıda Afyonlu şehit olur. Çanakkale Harbi esnasında top başında nöbet tutarken ani gelen bir emir ile görev yerini çok samimi arkadaşı olan başka bir subaya bırakır. Nöbet yerinden ayrılmasının ardından düşen bir top mermisi ile arkadaşı şehit olur. (Çanakkale Harbi’nde 190 bin askerimiz şehit olmuştur) Çanakkale Harbi’nde 19. Tümen 5. Ordu’nun III. Kolordusuna bağlıydı ve Kurmay Albay Mustafa Kemal’in göz kamaştırıcı komutasında, cephede kötü giden durumu iki kere tersine çevirmiş olmasıyla nam salmıştı.
Çanakkale zaferine müteakip Galiçya Cephesi’ne geçerler. (Galiçya’ya gönderilen kolordu uzun süreli mücadelenin zor şartlarında pişmiş, hiç tartışmasız çok yüksek savaş kabiliyetine sahip, seçkin 19. ve 20. Tümenlerden oluşturuldu) Galiçya: Avrupa kıtasında olup, Macaristan- Polonya ve Ukrayna arasında bulunan bir bölgedir. Almanya, Avusturya ve Macaristan ile beraber Ruslara karşı savaşırlar. Bu cephe savaşında gösterdiği üstün başarı neticesi ödüllendirilecektir.”Madalya mı istersin? Terfi mi ?” sorusuna “madalya” der. (Terfi etse karargâhı değişecek, arkadaş gurubundan ayrılacaktır.) Alman İmparatoru Kayser II. Wilhelm’in cepheyi teftişi sırasında cereyan eden bu olayda, bizzat İmparator tarafından madalya ile taltif edilir. 10 Temmuz 1916’da 20 bin kişi ile gidilen Galiçya Cephesi’nden, yaklaşık 8 bin kişi olarak (19. Tümen, Haziran 1917 ‘de 20. Tümen Eylül 1917 ‘de) geri dönerler.
Temmuz 1917’de, Aydın Bey’in bağlı olduğu 19. Tümen Suriye-Filistin Cephesi’ne geçer. Hem İngilizlere karşı, hem de arkadan saldıran Araplara karşı mücadele verirler. 1.Dünya Harbi, Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerimizin yenilmesi ile sonuçlanır. 30 Ekim 1918’ de imzalanan “Mondros Mütarekesi” gereği İngilizlere teslim olurlar. İngilizler, cephe savaşlarında kazandığı madalyalarına ve beratlarına el koyarlar. Aydın Bey esir düşmeden önce Arap bir aile ile tanışır. Üzerindeki dürbünü emanet olarak Arap aileye verir. Silahları talimat gereği kırar, kullanılmayacak hale getirir. Yapılan uluslararası antlaşmalar gereği, uzunca süren esaret hayatı, özgürlükle nihayetlenir. Süveyş Kanalı yakınında İskenderiye’deki İngilizlere ait Seydi-Beşir esir kampındaki esareti sona ermiştir. Dönüşünde Arap aileye uğrar Arap aile Aydın Bey’e bir kâse ayran verir. Aydın Bey dürbünü isteyince: “Bir kase ayran verdik ya.” derler. Aydın bey çok kızar, “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü.” Ama bir şey diyemeden, yapamadan ayrılır. Tüccar kimliğini kullanarak gemi ile Antalya’ya gelir
Bu sıra da Anadolu işgal altındadır. Sandıklı’ya gelir. Sandıklı Yunanlılarca işgal edilmektedir. Kaymakamla buluşarak at sırtında Ankara’ya gelirler ve Milli Mücadele’ye dahil olurlar. (14 Eylül 1921 de seferberlik ilan edilir ve 1899-1901 doğumlular askere alınırlar). Büyük Taarruzdan bir gün önce sivil olarak (köylü kıyafetiyle) Şuhut istikametinden Esegözü tarafına keşfe gelirler. (Çocukluğu Esegözünde bağlarda geçmiştir, O yöreyi iyi bilmektedir) Ve Bölgeyle ilgili askeri bilgi toplarlar. Büyük Taarruz’un başlangıç yeri ve zamanı son derece gizli tutulmaktadır. (Mustafa Kemal Paşa kendisini Ankara’da tertip edilen bir balo’da gösterterek, Büyük Taarruz’u sevk ve idare etmek üzere cepheye gelmiştir) Büyük Taarruz’un işareti sabah ezanıdır. 25 Ağustos’u 26 Ağustos’a bağlayan sabahın erken saatlerinde, sabah ezanını müteakip ilk topu patlatır. Ardından kafasına gelen bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Isparta Hastanesi’ne kaldırılır.(Afyon henüz kurtarılmamıştır.) Büyük Taarruz, Ordumuzun 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmesiyle zafere ulaşır. Hastaneden taburcu edilir. Savaş sona ermiştir. Cumhuriyet ilan edilir.
Şöhret Hanım’la evlenir. Sandıklı’da bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, istifa ederek manifaturacılığa başlar. Hüsniye ve İlhan adlarında 2 çocuğu olur. Hüsniye’yi küçük yaşta kaybederler. Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında bir süre il daimi encümenliği yapar. Sandıklı’da ortaokul ve lise yoktur. Afyon’daki “Sandıklı Talebe Yurdu’nun” kurulmasında ve yaşatılmasında öncülük yaparak, katkıda bulunmuştur. (Her zaman övünç vesilemiz olan okumuş insanlarımızın çokluğunda, bu açılan yurdun etkisi şüphesiz çok fazla olmuştur).
Aydın Bey’in bilge kişiliği, olgunluğu, hoşgörüsü ve her zaman dükkân komşuları ile olan iyi ilişkileri yaşayanlarca anlatılır. 1972 senesinde eşi Şöhret Aydın’ı kaybeder. Kendisi de 1982 senesinde hakkın rahmetine kavuşur. Gelini Latife Aydın 1993’te oğlu İlhan Aydın 2001 de rahmetli olurlar. Torunları Yıldız, İstanbul’da; Hüseyin, Bursa’da ikamet etmektedir

Rahmetli ile ilgili komşuları şu anekdotu anlatır: Aydın Beye “Kaç yaşındasın?” diye sorarlar. Cevabı “59 yaşındayım.” olur. 59 yaşından sonra yaşını hep 59 der ve ekler “59 hissediyorum. Kişi hissettiği yaştadır”. Sabahları daima komşularına günaydın diye hitap eder. Hiçbir zaman gazetesini bırakmamıştır. Devamlı gazete alan ve okuyan ender tüccarlarımızdan birisiydi.
Aydın Bey’in komşusu olan eve, birisi girer uzun süre çıkmaz. Durumu Aydın Bey görmüş ve merak etmiştir. Komşu eve varır. “Komşu özür dilerim. Tanımadığım birisi evinize girdi. Haberiniz var mı? Sizden mi?” diye sorunca komşu hanım hayretle: “Hayır, evimizde misafir yok, sadece beyle oturuyoruz Aydın Bey.” deyince. “Bir zahmet odalarınıza göz gezdir bak bi.” der. Kadın ve beyi evin diğer odalarını kontrol ederken baksa ki hırsız dolabı karıştırıyor. Kadın avazı çıktığı kadar bağırır. Aydın Bey kapıda sonucu beklemektedir. Ev sahibi ve Aydın Bey hırsızı yakalar. Hırsız gerekli mercilere teslim edilir.
Yine bir gün Aydın Bey komşu dükkânda iken birisi, Aydın Bey’in dükkânına girer. Bir top kumaş alır, çıkar. Durumu görenler, Aydın Bey’e söylerler. Aydın Bey’e söylenen isim tanıdıktır. Aydın Bey: Biliyorum. Bu durumu görmediniz, unutun. Kendi aramızda hallederiz.” der. Söylenen ismin rencide olmaması için böyle yapmıştır ama gereğini, sonra mutlaka yerine getirmiştir.
Sandıklı Ulu Cami karşısındaki manifatura dükkânında (Ulu Cami avlusunun ana kapısının tam karşısındaki Terzi Galip Usta ile komşu olan dükkân) yaklaşık yarım asra yakın bir süre, manifaturacılık yapar.
1955’li yıllarda Kışlada (şimdiki düğün salonunun karşısı) yaptırdığı bahçeli eve taşındıklarında. Arkadaşları:
— Aydın Bey, şehrin bir ucunda nasıl oturacaksınız? Nasıl gidip, geleceksiniz? derler.
Ne kadar isabetli bir iş yaptığını zaman gösterecektir. Şimdi, Aydın Bey’in evi şehrin merkezinde kalmıştır. Bahçesinin mis kokulu sümbülleri ve meyveleri (vişne, kayısı, armut, vs.) sepet sepet eşe dosta gönderilirdi.
Eşi Şöhret Hanım’ı, eskiler “Şöhret Teyze” diye hatırlarlar. Eve geleni gideni eksilmez, hiçbir zaman geleni eli boş göndermezdi. “Acılı taze tarhana çorbası ve biber aşı” yemeği meşhurdu. Acılığından gözleri yaşararak yedikleri biber aşının lezzetini hala anlatırlar.
Mezarının ayakucundaki mermerde şu ifadeler yazılıdır.
O iyi insanlar, güzel atlara bindiler, çekip gittiler
BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOŞ BİR SEDA… İMİŞ.
Rahmetli, HÜSEYİN AYDIN BEY nur içinde yatsın.



Kaynak: Hüseyin AYDIN (Torunu)

PROF.DR.BEKİR BERKOL

1913 yılında Afyon'un Sandıklı ilçesinde doğdu. İlkokul öğrenimini Sandıklı’da, orta
öğreniminin ilk yarısını Afyon Ortaokulu’nda, son yarısını Konya Lisesi'nde tamamladı.1938
yılında İstanbul Üniversitesi'nden mezun oldu. Adana'da sıtma ile mücadele kursuna
katıldı. Askerlik hizmetini Üniversite Talim Taburu’nda, İstanbul Gülhane Hastanesi’nde, Afyon
Demiryolu Alayı’nda ve Konya Askeri Dikimevi'nde yaptı.

6 yıllık tıp süresince, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın tıp talebe yurdunda
Sağladığı, bakım karşılığı olarak yüklendiği mecburi hizmetin, 6 ayını Kızılay Başkanlığı’nı da
beraber yürütmek sureti ile Erzincan büyük zelzele bölgesine dahil bulunan Tokat ilinin
Reşadiye ilçesinde, 3 sene 6 aylık sürenin yarısını Muş ilinde Merkez Hükümet Tabibi ve arta
kalan diğer yarısını da Afyon ilinde Merkez Belediye Tabibi olarak yerine getirmiştir.

27 Şubat 1946 günü yeni açılmış bulunan Ankara Tıp Fakültesi'nde İç hastalıkları asistanlık
sınavını kazanarak Prof. Dr .Zeki Hakkı Pamir'in başkanı olduğu II.İç Hastalıkları Kliniği’nde
asistan ve başasistan olarak görev aldı.1953 yılında üniversite doçentlik sınavını kazanarak
aynı kürsüde eylemli doçentliğe atanmıştır.

Sayın İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde başlayan özel doktorluk görevini,
ölümünden sonra da aile doktorları olarak devam ettirmiştir.1958 yılında Birleşik Amerika
Devletleri'nin, Philadelphia eyaletinde Pennsyvannia Üniversitesi Hematoloji Bölümü’nde
18 ay kadar bilgi ve tecrübesini arttırmak maksadı ile çalıştı. 1961 yılında Profesörlüğe
yükseltildi. Profesörlük döneminde Londra Hammersmith Hospital Hemetoloji Bölümü’nde 3
ay süre ile dalında araştırma yaptı.1982 yılında Fakültenin Hemetoloji Kürsüsü’nü kurdu.
Emekli olduğu tarihe kadar Kürsü başkanlığı görevini yürüttü.

Yurt içinde ve dışında birçok derneğin üyesi olmuştur.Yayınları arasında birçoğu Heme-
toloji konularına ait olmak üzere, Türkçe ve yabancı dillerde yayınlanmış 50'yi aşkın kongre
tebliğleri ve makaleler yanında Prof .Dr .Zeki Hakkı Pamir ile beraber yazmış oldukları ''Klinik
Teşhis Semptomları'' adlı kitabı ve birde ''Anti koagülan tedavinin ana hatları ve bu tedavinden
akut miyakort infarktüslerinde aldığımız sonuçları ''adlı monogramı bulunmaktadır.
Berkol, Prof. Dr. Muharrem Köksal'a her gittiğinde ''Hocam, rahle-i tedrisatınızdan feyz almaya geldim.” Der. Eli boş gelmez yoldan aldığı kestane veya şekeri ikram ederdi.
Onunla çalışmaları son derece eğitici ve keyif verici geçermiş. Berkol üniversitede haşhaş yağı kullanılmasını önerir. Fakat zamanın YÖK başkanı Doğramacı haşhaş yağını bilmemektedir. Berkol'un teklifine hayır der. Berkol, zeytin yağından sonra en sağlıklı yağ haşhaş yağı olduğunda ısrar eder. Haşhaş yağı meselesi, aralarında baya uzar. Sonuç Berkol'ün lehine
sonuçlanır. Üniversiteye o tarihler bidon bidon haşhaş yağı gönderilir.

(Yeğeni Hacı Mehmet)
Bir gün Sandıklı'dan bir hemşehrimizin eşinin yüzünde mercimek gibi dene dene benekler oluşur. Burada hastaneye gider. Ama bir sonuç alamayınca soluğu Ankara'da alır. Bekir
Berkol'un bulunduğu üniversiteye gider. Muayene odasına girerler. Bekir Berkol bayana bakar ve kızamık çıkarıyor der. Hasta kadının beyi Bekir Bey’e bakar:
''Ha kappa Bekir ha, koca karı hiç kızamık mı çıkarır. Ha kappa herif ha..'' der. Bu konuşma ile, Bekir Bey asistanlarının ve arkadaşlarının yanında mahcup olur. Arkadaşları, asistanlar gülmekten yarılırlar. Ama hemşehri işte. Sandıklı lehçesi onun da hoşuna gider. Mahcup mahcup Bekir Bey de hemşehrimizin konuşmasına gülmekten kendini alamaz. (Dr:G.A)
Berkol, ilçemize geldiği her zaman akrabalarını ziyaret ederek bütün akrabalarını ev içeri muayene ederdi.
Evli ve 3 çocuk babası olan Prof .Dr.Bekir Berkol İngilizce,Almanca ve Fransızca bilmekteydi.

11.06.2001’de Ankara'da vefat eden Berkol vasiyeti üzerine çok sevdiği memleketi
olan Sandıklı'daki aile kabristanına defnedilmiştir.


Kaynak : Ahmet Nayan vasıtasıyla kızı.



HATİPOĞLU
Mehmet HATİPOĞLU

1958–1960 DÖNEMİ BELEDİYE BAŞKANI


Futbol oynayan gençler yanık kışlaya giderler. Bakarlar ki Orman Dairesinin yerine temel kazılmaktadır.
Futbolcular bizim sahamızı ne yapıyorsunuz deyince
Orada ki işçiler burası istimlâk oldu artık siz kendinize yeni saha bulun der.
Gençler
Ne olacak diye sorar. Ziraat için kombina binaları olacak deyince Biz kombina kelimesini çok büyüttük ve iyi madem kombina olacakmış karşı çıkmayalım dedik. Kombina falan deyince sanki bi matıf zannettik. Halkta karşı çıkmadı.
Bu futbolculardan
Faruk Aksu Fotoğrafçı ve arkadaşları
Lütfi ÖNER Yeminli Mali Müşavir,
Mustafa SAYLIK Ziraat Yüksek Mühendisi,
Hidayet TURUNÇ Tüccar,
Belediye Başkanı Mehmet HATİPOĞLU’ na çıkarlar kendilerine bir spor sahası yapılmasını, tahsis edilmesini isterler.
Yanık kışlanın Ziraat kombinası oluyormuş dedik.
—Sayın Başkanımız bize top oynayacağımız bir alan saha verin diye konuşurlar.
Belediye Başkanı Hatipoğlu tamam gençler çıkın hessara oynayın topunuzu der.
Gençler
Yapma Başkan hessar da top oynanır mı? Diye birden çıkışırlar
Başkan Allah aşkına şikar bişi söyle derler
Futbol sahasının uzunluğu 100 metre eni 60 metre orası küçük....
Hem 11 + 11 =22 kişi hessara nasıl sığacağız. Diyen gençlere
‘’Ha gabbe herif ha kavilleşin de beşer kişi oynan diğerleri seyretsin. Sonra onlar oynasın siz seyredin’’ demi deye cevap verir.
Gençler
Başkan orası balıksırtı orda topa bi debtimi top aşağıya iner.
Olsun ben size bi çuval top alıveren top aşağıya gitti mi çuvaldan yenisini çıkarın onnan oynan, çaremi yok.....


Bu hadiseyi birçok kişi Heybelioğlu olarak aktarsa da olayı bizzat yaşayanlar biz Hatipoğlu ile konuştuk doğrusu da budur dediler.
Anlatan. Faruk Aksu, Lütfi Öner, İbrahim Müslehettinoğlu



HEYBELİ OĞLU
SÜLEYMAN ÖZEN
1956 – 1958 DÖNEMİ BELEDİYE BAŞKANI

Heybeli oğlu zamanında Sandıklı’daki gençler Afyon’a kazalar arası Vali kupası için futbol oynamaya gideceklerdir. Seymanların otobüsünü kiralarlar. Şoförde Nazmi Krelli’dir.
Bu arada Başbakan Adnan MENDERES Sandıklıya geleceği haberi gelir. Belediye Başkanı Heybeli oğlu otobüslerin çıkışına izin vermez.
Şöfer Nazmi gençlere, Başkan izin vermiyor çıkış yok Başkan Heybelioğlu Gençleri toplayıp Başvekili karşılayacağız dediğini der.
Faruk Aksu ile arkadaşları Belediyeye giderler Sayın Başkanım bu maçın fikstürü çok zaman önce çekildi. Şimdi biz bu maça gitmez isek hükmen yenik sayılırız. Arabayı tuttuk şöfer bizi bekliyor. Geç kalacağız, biz kasıtlı kaçmıyoruz. Eğer çıkış vermez isen bizim maçımızı tehir ettir dedik. Heybelioğlu ben sizin maçı ertelettireyim dedi. Hükmen yenik sayılman dedi.
Belediye Başkanı Heybeli oğlu Manyotalı çevirmenli telefonu alır. (O zamanlar bağlantıyı postane sağlamakta idi.) Postaneyi arar karşısına Veli Gürler çıkar oğlum Veli bana Afyon fotbol dairesini bağlasana acil diye Afyon futbol dairesi ile görüşmek talebini iletir.
Veli Gürler Afyon Spor İl Müdürlüğünü bağlar ve İl Müdürü çıkar karşısına
‘’Sayın Müdürüm Sandıklıya Başvekil Menderes gelecek bizim fotbolculara izin verin onların maçı ertelen Ben onlara Başvekili karşılattıracağım.’’
Beden Terbiyesi Gençlik ve İl Müdürü bu benim insiyatifim de değil Vali bey maçı erteleme hakkına sahip biz bir şey yapamayız deyince Hatipoğlu
‘’Sen Vali beye söyle maçı ertelesin’’ der. Telefonu kapatır. Ama Heybeli oğlu Faruk Aksu ve yanındakilere tamam der.
Faruk aksu ve takım arkadaşlarının bazıları Başbakanı karşılayacağız derken biz kaçtık. Maça yetişemedik ama maç yapacağımız Bolvadin’de gelemeyince maç bir hafta sonra oynandı.
(Faruk AKSU)
-*-*-*-*--*-

Başbakanın geleceğini haber alan Belediye Başkanı Heybelioğlu Süleyman ağa Afyon Emniyet İl Müdürüne telefon eder. ‘’Sayın Müdürüm gençler Başvekilimize girişte karşı çıkacaklar sizler Oradan hareket edince bize bi haber verseniz de biz yolda beklesek der. Afyon Emniyet İl Müdürü tamam der demesine de Belediye Başkanını yanlış anlar
Gençler karşılayacaklar olarak anlamaz karşı çıkacaklar deyince protesto edecekler anlar. Başvekil gelmeden Sandıklıya bir tim mi? İki tim mi? silahlı teçhizatlı asker gelir. Belli noktalarda yerini alır. Belediye Başkanı merak eder askerlerin komutanına sorar.
Hayrola sizler niye bu kadar kalabalık geldiniz. Başkan siz gençler karşı çıkacaklar demişsiniz. Her hangi bir olay vaki olmasın diye biz önlem alıyoruz deyince
Başkan Heybelioğlu Süleyman ÖZEN kardeşim ben gençler karşılayacaklar, alkışlayacaklar, Hoş Geldiniz Başvekilimiz diyecekler demek istemiştim. Deyince aralarında kahkaha kopar.
(h.h.hüsrevoğlu)
*-*-*-*-*-**--*-


Bir kış günü Heybelioğlu Belediyeye gelirken bunu Totoların şoför Kadir Türkeş görür. Onlarda demir köprünün yanında 3/5 arkadaş konuşmaktadır. Hemen bir kartopu yapar ve Belediye Reisi Süleyman ÖZEN’e (HEYBELİOĞLU) kartopunu atar.
Kartopu Belediye Reisinin fotöre denk gelir. Fotör yere düşer. Belediye Reisi fotörü eğilir yerden alırken, Heybelioğlu bakar. Kartopunu atan cip şoförü Totoların Kadiri görüverir.
Kadir her ne kadar saklanmaya çalışsa da Belediye Reisi kartopunu onun attığını görür. Hemen Zabıtayı çağırır.
‘’Şuna 5 lira ceza yazın da ısınsın’’ der.
(Faruk Aksu)


Boyacı Cezmi (Hüseyin Özdinçer)

Rahmetli gece uyuyamamış. Kalkmış, evin içinde şöyle bir dolanmış; geri yine yatmış. Yine uyuyamamış. Hanımını kaldırmış. “Hanım hanım kalk bi.” Hanımı kalkmış. “Ne oldu herif ne var.” demiş.
-Yahu hanım, şu benim cebe bak bakalım ne var, ne yok hanım.
Hanımı:
- Cezmi iki buçuk lira var. der. Aman hanım onu da sen al da bi güzel uyuya bileyim artık.
Hanımı iki buçuk lirayı cepten alır ve Cezmi bi güzel mışıl mışıl uykuya öyle dalar.

Dr. Ahmet Bey bir gün Cezmi’yi çağırır. “Cezmi şu Bekir’e bir oyun yapalım mı?” diye sorar. Cezmi:
-Ne yapacağız Ahmet Bey. der.
-Ben sana iki hap vereceğim. Birisi baş ağrısına iyi gelir. Birisi de ishal eder. Sen şu baş ağrısına iyi gelen hapı Bekir’in yanında yut, ona da şunu ver bu ishal eden, tamam mı. Bak karıştırma sonra sen ishal olursun tamam.
Ahmet Bey:
-Karıştırır mıyım hiç. Karıştırmam ver sen, ben sonrasını hallederim. der ve çıkar.
Cezmi, Bekir Turan'ın yanına varır. “Len bu Ahmet bey bana bir hap verdi anında başımın ağrısını kesti valla tam Doktor. Ona deli diyende akıl yok, işi biliyor herif.” diye Dr. Ahmet Bey’i över, bir daha över. Bekir Turan önce pek ilgilenmez görünür. Zaten Dr. Ahmet Bey ona haber vermiştir. Hapı Bekir'e yutturacağım diye, Cezmi uğraşırda uğraşır. Bekir Turan: “Cezmi kafamı ağrıttın ver şu hapı da yutalım gayım.” der. Cezmi, bir heves hemen hapı çıkarır. Birini kendi yutar ikinciyi Bekir Turan'a verir. Bekir işlem tamam diye köşeden Dr.Ahmet Bey’e işareti çakar. Fakat bu arada ''Len bi oyun mu cevirdiniz valla karışmam” diye de Cezmi'ye çıkışır. Ara sıra karnım diyerek kıvranır.
Dr. Ahmet Bey gelir Cezmi’yi dükkanın köşesine oturturlar. Önlerine de kendileri oturur. Muhabbete sonradan gelenler de kapıdan içeriyi, muhabbeti dinlerler.Matrak iyi sarmıştır. Muhabbet gırla gider. Ama Cezmi arasıra ''ben bi şeye kadar varan gelen'' dese de; “valla olmaz du bi şey nasıl oldu ne yaptın” diyerek Cezmi'ye konuşması için soru sorulur. Çay ısmarlanır. Derken kahve falan muhabbet devam eder. Fakat Cezmi “ben bi şeye kadar” der; ama arkadaşları “Muhabbet iyi sardı şimdi sırası mı?” derken bırakmazlar. Sigara ikram edilir içenlere. Derken bi çay bi çay daha Cezmi’ye gitmesi için müsaade vermezler. Cezmi Ben bi şeye dese de artık olan olmuştur.
Cezmi sonra “Çocuklar, artık ne konuşursanız konuşun ben işi hallettim. Bak kokusu bile ıslaklığından önce geldi.” der. Dr. Ahmet Bey: “Len, ben sana hapı yanlış yutma; sonra sen altına koyverirsin demedim mi?”der. Oradan herkesten önce ayrılır. Bekir, Cezmi’nin hanımına haber verir. Bir at arabası ile Cezmi evine gönderilir. Cezmi at arabasıyla, Dr Ahmet Bey’in bürosunun önünden geçerken Dr. Ahmet Bey camdadır. Onu gören Cezmi ağzına ne geldi ise Ahmet Bey’e söylenir.

Cezmi Amca hacı takkesi giyerdi. Bembeyaz sakalıyla Berber Barış'ın dükkanın önünde ayakkabı boyardı. Zamanın müftüsü bakar bembeyaz sakallı, hem de hacı takkesi var başında der, param buna nasip olsun düşüncesi ile devamlı Cezmi’ye ayakkabısını boyatmaya gelirdi. Ayakkabı boyanırken müftü hal hatır sorar. Onunla muhabbet etmek ister. Cezmi’ye bir şeyler sorar. Fakat Cezmi işi kısa tutar. Hemen ayakkabıyı boyayınca müftü’yü fazla oyalamaz. Bir gün yine müftü ayakkabı boyatmaya gelir. Ayakkabılar boyanırken Müftü:
-Cezmi Bey, burada içki kokuyor. deyince.
Cezmi, biraz duraksar ve hemen toparlanır.
-Efendim Karşıda içki dükkanı var, biraz önce oraya içki geldi. İçkiyi indirirlerken bir şişesini düşürdüler o koku her yere sirayet etti. der.
Tabii ki müftü bir şey demez. Müftü bir kaç defa daha ayakkabı boyatmaya geldiğinde yine sorar. “Cezmi Bey burada devamlı içki kokuyor.” Deyince Cezmi ne desin? Doğrudur efendim. der. Zaten Cezmi’nin bardak kenarda şapkanın altındadır. Daha sonraları müftü Cezmi'yi başkasına sorar. Onun bekri olduğunu öğrenince bir daha ayakkabı boyatmaya gelmez.

Esas adı Hüseyin’dir. Rahmetli yalnızlıktan korktuğu kadar, giyim ve kuşamı da severdi. Bir de süs köpeklerini severdi. Birçok süs köpeği beslemiştir. Eskiden mahalle çocukları sokakta oyun oynarlar, bağırır çağırırlardı. Bu durumdan rahatsız olduğu zaman köpeği dışarı çıkarır, salıverirdi. Süs köpeğinden korkan mahalle çocukları pıynık (köpekten korkar dağılırlardı) olur, mahalle sakinleşir; Boyacı Cezmi de, rahat ederdi. Hoşuna giden bir şey oldu mu mutlaka alırdı. Saat, radyo, teyp vs. merak ettiği herhangi bir şey oldu mu almadan rahat edemezdi. Ankara’da gezerken bir vitrinde saat görür sorar, “Kaç para?” diye. Fiyatını öğrenir gelir. Sandıklı’da parayı denkleştirince, Ankara’ya gider; o vitrindeki saati alır. Dükkân sahibi: “Abi bu saatin fiyatını nereden biliyorsun?” diye sorar.
Boyacı Cezmi: “Ben geçen hafta burada idim gezerken gördüm. Fiyatını sordum, param yetişmedi. Sandıklı’da denkleştirdim geldim. Aldım ve şimdi Sandıklı’ya tekrar dönüyorum.” der.
Çok güzel bisiklete biner, kafası esti mi arkadaşı ile Dinar'a bisikletlerle iniverirlerdi. O, tam muhabbet adamı idi.
Cezmi 24/03/1912 doğumludur. Eşi Raziye yenge terzilik yapardı. Eşi Cezmi’den 6 yıl önce vefat etti. İki oğlu, bir kızı olmuştur. Cezmi 10/05/1994’te vefat etti. O, uzun çarşının vazgeçilmezlerindendi. Hatırası hala anlatılır. Ruhu Şad olsun.
Caga (Hüseyin Çakmak)


Toplumda birçok unutulmayanlar vardır. Bunlardan birisi de: Caga'dır. O, saf temiz, art niyetsiz birisidir. Dayıoğlu kahvesinde, her müşterinin olduğu gibi Caga’nın da bir numarası vardır. Caga da o kahvenin müdavimlerindendir. Caga köşemize konu oldu ama onu mutlaka Kanat Yunus Amca ile yazmak gerekir. Biz önce Caga'yı sonrada Kanat Yunus'u yazacağız. Kanat Yunus, Üç Kurnalı’dan bahçesine doğru giderken Caga, Kanat Yunus'u görür. Yunus'a “Nereye böyle?” der.
Kanat Yunus:
- Ajansları dinledim de.
- Eeeee
-Dolu yağacakmış bahçeye gidiyorum.
-Neccen len!
-Dut ağacını örtecem, dolu vurmasın diye. der ve yoluna devam eder.
Akıl daima gönlün oyuncağıdır
Caga durur mu hemen Hanımına bağırır.
-Fatma, Fatma,Kara Fatma!
Hanımı:
-Ne oldu Hüseyin ne var. Ne bağırıyorsun acı acı.
-Çabuk ol içerden haba, battaniye, çapıt ne varsa getir.
Hanımı sorar.
-Hayrola Hüseyin, ne yapacaksın?
-Dut ağacını örtecem.
Hanımı:
-Hüseyin dellenme len ! der.
Caga:
-Yahu koskoca Hacı Kanat Yunus dolu yağacak diye dut ağacını örtmeye bahçeye gitti. Biz de örtelim. Dutları dolu vurmasın hadi getir.
Caga dut ağacını örtmeyi kafaya kor.
Hanımı ise ağacın nasıl örtüleceğini sorsa da karı koca kavga ederler.
-**-**-**-*-*-*-
Caga bir kurban öncesi, kurbanlık inek alır. Evine götürürken yolda Kanat Yunus ile karşılaşırlar.
Kanat Yunus sorar. “Caga kurbanlığı kaça aldın?” der ağzına bakar. Caga'ya
“Len bunun üst dişleri yok.Bu kurban sahih olmaz.” der. Evine giden Caga'nın içine kurt düşer. Evde zor zahmet hayvanın dişlerine bakar. Hakikaten üst dişleri yoktur. Kendi kendine “Hakikaten bunun dişleri yok Bu kurban olmaz ise benim bunu satmam lazım.” der ve pazarda gerisin geri zararına satar. Dayıoğlu kahvesine gelir. Bir köşeye oturur. Çayını söyler. Kanat Yunus kahvededir. Caga'ya sorar:
-Caga kurbanlığı ne yaptın?
Pazarda gerisin geri sattığını söyler. Kahvedekiler “Niye?” der. Caga: “Aldığım hayvanın üst dişleri dökülmüş kurban olmazmış onun için sattım.” der. Oradakiler:
“Yahu Caga, hayvanın üst dişleri olmaz. Seni Kanat Yunus mu kandırdı? Yine mi kandın len?” derler ve Caga'yı kızdırırlar. İnsanlar birbirlerini aldatmasalar, uzun zaman bir arada yaşayamazlar. Caga, Kanat Yunus'a kızar. “Beni niye zarara sokuyorsun Yunus aa.” der.
Zamanımızda da temiz hayvanın yani eti yenen: inek, dana, düve, koyun, keçi, deve, kurban olacak hayvanların üst dişi olmazmış.
Bir de mercimek olanlar var. Dişleri var hayvanın fakat küçük dişli.
Bu hayvanlar evden yetme ise, kurban olma yaşını, yetiştiren iyi biliyorsa kurban olur, yoksa olmaz.

Dayıoğlu kahvesinde Kanat Yunus oturmuş çay içmektedir. Caga gelir. “Selamün aleyküm Dayıoğlu kahvesinin sayılı müşterileri!” der. Masaya oturur. Bakar ki bir yabancı vardır. Yunus'a, “Bu yabancı kim, ne işi var?” der. Kanat Yunus:
“Bu adam ecnebilere tosbağı topluyormuş. Buraya onun için gelmiş. Bulabilirsen getir sat.” der.
Caga Gevur Hamamı’na doğru gider. Oradan 8-10 tosbağıyı çuvala doldurur getirir. Fakat o yabancı adam yoktur. Caga sorar Yunus'a, “O yabancı nerede?” Kanat Yunus:

“ Köylere siparişe gitti. Bir kaç güne gelecekmiş.” der. İnsanın aklı çoğaldıkça can sıkıntısı artar. İnsan tabiatında akıllılıktan ziyade delilik vardır. Caga tosbağıları bir kaç gün getirir götürür. Fakat gelen giden olmaz. Caga yine sorar.
“O yabancı gelmedi mi?” der. Kahvedekiler “hangi yabancı Caga” derler Tosbağı toplayan yabancı diye cevap verir. Kahvedekiler güler. Caga bakar ki yine oyuna geldi. Çuvaldaki tosbağaları kahveye salıverir. İnsanları aldatmak, güldürmekten çok daha kolaydır.
Dayıoğlu kahvesinde tezgâh kurulmuş. Caga geldiğinde bir oyun oynayalım derler. Caga kahveye gelir. Kahvedekiler, “Sertcinin Hasan, bi hoca, bi hoca, adam kuru deriyi yürütüyor.” diye aralarında konuşurlar. Kahve müdavimlerinden biri, bir koyun derisi bulur. Zayıf ince bir deri. Bir de güçsüz, takatsiz bir kedi. Kedinin ayağını iple bağlarlar. Kedinin sırtında deri vardır. İp birinin elindedir. Kahve müdavimleri toplanmış Şertcinin Hasan dua ediyor. Oradakiler hep beraber “amin” diye bağırırlar. Caga da bakar ki dua ediliyor. O da “amin” der. Dua ağızdan değil, yürekten gelmelidir. Herkesin eli duadadır. Kanat Yunus: “Bak Caga deri hareket ediyor. Bak bak!” der. Caga bakar ki hakikaten deri yürüyor. Caga deriye baktıkça ip çekilir, kedi yürür. Olay bir kaç sefer vuku bulur. Caga olaya inanır. Hakikaten bu Sertcinin Hasan derin hocaymış, der.

Caga dendiğinde, gramofon akla gelmeden olmaz. Onun güzel bir gramofonu varmış.
İğnesini değiştirir. Kolunu çevire çevire çalarmış. Saat, radyo, pikap, elbise, eski eşya ne olursa alır satarmış. Müşteri malın değerinin altında fiyat söylerse ''yeri var, valla sana satmam, satanın........ '' dermiş..

O tarihleri yazacağızda, oyunlarını yazmayacak mıyı?. Caga en çok Kocaocakların Horoz Alos ile ''Arabım fiş...'' oyununu oynarmış. Bu oyunda Caga ile Kocaocakların Horoz Alos, omuz ve sırtlarına minder korlar, ellerinde de birer uzun sopa, (kürek sapı) oyun esnasında birbirlerinin sırtına sopa ile vururlarmış. Çok eğlenceli olan bu oyun, zamanımızda oynanmıyor artık. Veya oynayacak kişiler kalmadı.

Caga birisine kızar. Ona argo konuşur. Arkadaşı olan o şahıs, hakime varır, şikayetci
olur. Hâkim Caga'ya iki ay hapis verir. Caga iki ay hapis yatar. Fakat arkadaşı Caga'ya iki ay,
devamlı üç öğün yemek taşır, önemli olan Caga'nın kızdırılmasıdır. Caga da kızdırılmıştır.
Maksat hâsıl olmuştur.
Öyle hatıralar vardır ki, anlatırken güzelliği gider.Arkadaşlık kavun gibidir. Neden mi? Bir tane iyisini bulmak için yüzlercesini yoklarsınız da ondan.

Sandıklı tarihinde iz bırakan, unutulmaya yüz tutmuş nice insanlar var. Niyetimiz onları
hatırlamak ve anmak. Yıllar önce, yıllardan sonra...O günkü şartların her türlü elverişsizliğine
rağmen, onlar kendi hayatlarını yaşadı kendi şaka ve muhabbetlerini kendileri oluşturdu. Şimdi insanlarımız sanal âlemde yaşıyor. Muhabbet yok, dostluk yok, herşey tamamen duygusal. Ama onlar bulundukları ortamın vazgeçilmeyen simalarıydı. Anılma sanatı, dikkati çekme sanatıdır.
Caga 14/06/1906 doğumlu. 4 çocuğu oldu. 3’ü yaşıyor. Hüseyin ÇAKMAK (CAGA) 29/09/1972’de vefat etti. Eşi ve ikinci kızı da vefat etti. Nur içinde yatsınlar.



Fotoğraf torunu Hüseyin Şayan’dan alındı.
CEMAL ALİSİ (Ali ASLAN)

Cemal Alisi, Rumi 1323 yılında Sandıklı’da doğmuş. Doktorun az bulunduğu dönemlerde, ortopedi alanında yapmış olduğu hizmetlerle Afyon ve civarında adından söz ettirmiş bir kişidir.
Cemal Ali daha çocukluğunda ortopediye merak salmış, ailesi çiftçi olduğu için hayvan otlatırken bulduğu hayvan iskeletleri üzerinde kemik incelemelerini yapıp birleştirmeler yapmış ve kendi kendisini yetiştirmiş bir kişidir. Öyle ki, bu hayvan otlatma esnasında
hayvanları unutup çok defa iskelet başında gününü geçirmiştir.
Kendisi gençlik çağında, Kurtuluş Savaşı’na kağnısıyla katılmış ve Türk Ulusu’nun Milli Mücadele’sine katılmış bir kişidir. Kendisi ne kadar çiftçilikle uğraşmasına rağmen doktor bulunmadığı zamanlarda Sandıklı ve çevre halkının gönüllü ortopedisti olmuş, bu olay se-
bebiyle 1970’li yıllarda, Sandıklı’ya atanan, Jet Hakim adıyla anılan bir hakimin dikkatini çekmiş ve hakkında soruşturma açtırmış ve mahkemeye verilmiş mahkeme devam ederken bu Jet Hakim hamamda düşerek kuyruk sokumu kemiğini kırmış (tin tin kemiği) orada bulunanlar hemen Camal Alisi’ni çağırmışlar. Cemal Alisi tedavi için parmakla müdahale gerektiğini söylemiş Jet Hakim hiddetlenerek "Nasıl olur bu yavv!" diyerek Cemal Alisi’ni kovmuş ve civarda derdine derman aramaya çıkmış. Fakat derdine hastane dahil çare bulamayan Jet Hakim, birinci haftanın sonunda karnı şiş ve bitkin vaziyette, maiyetindekilere “Çağırın şu adamı son çare bu adam her halde.” diyerek, çağırtmış. Cemal Alisi bitkin durumdaki Jet Hakimi hemen banyo hazırlatarak banyo ya koymuş ve müdahaleyi yaptığı anda Jet Hakimin bağırsaklarının boşalması bir olmuş .Jet Hakim hemen banyodan çıkar çıkmaz "Davamdan vaz geçtim. Ben ettim, sen beni kurtardın.”
diyerek Camal Alisi’nden özürler dilemiş ve seni Sandıklı’nla baş başa bırakıyorum, sen bu
halka lazımsın diyerek davayı düşürmüştür.

Başka bir anektod ise: Cemal Alisi’nin midesinden rahatsız olup midesinin üçte ikisinin alınmış olmasıdır. Ankara da bir hastanede midesini aldırmıştır. Burada ilginç olan ise hastanede yatarken doktorlarla olan tartışmasıdır. Doktorların, bu ameliyatı genel anesteziyle yani uyutarak yapmak istemesine karşın kendisinin uyanık olarak lokal anesteziyle olmak istemesi ve yoğun
tartışmalar sonucunda, lokal anesteziyle yani yalnızca ameliyat yerinin uyuşturularak yapıl-
masını sağlamış kendisi de bu ameliyatı karşısına konan bir aynadan izlemiş olmasıdır.
Daha da ilginci ameliyat sonunda bağırsaklarını yerine oturtamayan genç doktora bakarak
"Oğlum bana müsaade ette ben kendim yerleştireyim." demesi ve kendisinin doktorun şaşkın
bakışları arasında yatar vaziyette iken karnını sağa sola sallayarak yerine düzgünce oturtmasıdır. Hastanedeki iyileşme döneminde hasta odalarını gezerken bir hastanın, uzun süreden beri ortopedik rahatsızlığının iyileşmediğini görmüş, onu tedavi edince oradaki hastane tarafından kendisinin orada kalarak birkaç doktor yetiştirmesi istenmiş. Cemal Alisi ise Sandıklı’yı terk edemeyeceğini söyleyerek geri dönmüştür.

Sandıklı ve civarında şu an bile adı anılan Camal Alisi’nin bilinmeyen bir özelliği Sandıklı'ya gelen göçebelerden gençliğinde öğrenmiş olduğu, keman imalatı yapan bir kişidir. 1970 yılında 63 yaşında vefat eden Camal Alisi, sert görünüşlü bir kişidir. Beş çocuk babası olan Cemal Alisi’nin çocuklarının hepsi de ortopedistliği bilmelerine rağmen yapmamışlardır ve yapmamaktadırlar.
Ruhu şad olsun. Allah rahmet eylesin.


Torunu Ali ÖZDAYI ile söyleşiden
CAVDAR AHMET AMCA
Çavdar Ahmet Amca ile muhabbet ediyorduk. Günün mevzusu 23 Nisan idi. O günkü bayramı izleyen Çavdar Ahmet Amca, evine giderken bize uğradı. İzlediği bayram kutlamaları, kendisini pek memnun etmemişti. “Ne o yaa. Bütün çocuklar, kaymakam,
belediye başkanı ve komutanın önünden geçtiler. Çalgıcı Veli çaldı, talebeler yürüdü. Bekledim, şimdi bir şeyler yaparlar diye. Baktım topluluk dağılmaya başladı. Anladım ki başka bir program yok. Ben de eve gidiyordum ki buraya bi uğradım.” Dedikten
sonra, kendi zamanındaki milli bayramları bize anlattı.Yer yanık kışla, kutlamanın burada olmasının birinci nedeni:O zaman, buranın kutlamalara müsait genişlikte olmasıdır. Zaten
daha sonra mı ne? Buraya 10.yıl Anıtı yapıldı. (Uzun zaman burada bu anıt durdu sonra,yeri 2006 Kasım'ında hükümet önüne taşındı.) Çavdar Ahmet Amca kutlamalarda görevliymiş. Kendisi öğretmenleri tarafından ezberlettirilen FERDA şiirini o zaman ilçemizde bulunan en görkemli atın üstünde okur. Sorduk, “Ata binebiliyor muydun o zaman, Ahmet Amca.”
-Evet. Ata biniyor dörtnala binebiliyorduk. Her evde at vardı.
Diye cevap verdi. Arkadaş 'vay be'' dediğinde kızdı asasını kaldırdı. “Ne zannettin bizler, sizler gibi atı geriden seyretmedik. Arkadaş gibi atla beraber yaşadık. Benim akranlarım ata binmesini bilirler. Bizim milletimiz at üstünde doğdu. Türk'ün , at, avrat, silah sözünü bilmiyon mu?” dedi. Sesi net ve cesaret verici, keskin bir tavırdaydı. Arkadaşın serzenişi onu kızdırmış olmalıydı.
-Ben atın üstünde FERDA' yı okudum. Kışla doluydu. Öğrenciler, öğrencilerin anaları, babaları, kardeşleri, hatta dedeleri, komşuları; kaymakam, mülki amirler, askerler, memurlar, kadın-erkek, çoluk-çocuk, yanık kışla hınça hınç dolu idi. Sandıklı orada idi. Her okulun programı vardı. Kimi hareketler yapıyor. Kimi müsamere sunuyordu. Bilgi yarışmaları hazırlanıyor, sportif yarışmalar, müsabaka'lar oluyordu. Okullar arası münazaralar zevkli geçiyordu. Sazlı sözlü eğlenceler yapılıyordu. Hazırlanan programlar bir hafta sürerdi. Okullarda talebeler çeşitli kıyafetler giyer. Kimi efe olur, kimi asker yaa..Birçok arkadaşım udi idi. Çok güzel ud, saz, kanun, cümbüş çalabilen arkadaşlar var idi. Her milli bayramda okullar gelin gibi süsleniyordu. Ben o zaman civan gibi çocuktum. Fidan gibi boyum vardı. Ele, avuca sığmıyordum. Şimdiki halim değildi. Şimdi asam bile en az senim kadar yaşlı. Oğlum, ben tevellüdü kaybettim. Hemen hemen Sandıklı’nın en yaşlısı benim. Ata bu asayla mı bindi sanıyorsun. Anlattığım tarih Cumhuriyet’le yaşıt. Asayı bi vurursam. Dinle. Şimdi ben kutlamaları seyirden geliyorum. Okullar sıradan geçti, gitti. Kutlamalar bitti. Biz bu va-
tanı böyle kolay kazanmadık. Öyle yürümekle de Milli bayramlar kutlanmaz. Ne o ya! Baştan savma gibi. Olursa da olur; olmazsa da olur gibi bir şey. Olur mu hiç böyle?
Deyince, duramadım.
- Ahmet amca ne yapmalıydık, o zamanki kutlamalarda ne vardı? Deyince Ahmet amca bi durakladı. Şöyle bir ah!
çekti.
-Bizler o günleri tekrar yaşadık kutlamalarda. Sıra bana geldi. Süslü küheylanın üstünde ben meydana girdim. At bi şaha kalktı ki sorma. At bi taraftan kişniyor.(hayyy hayyy) Kışlayı
dolduran muhteşem kalabalık, beni mi desem; yoksa süslü Köroğlu'nun küheylanını mı desem bir alkış tufanı koptu. Ben heyecanlandım, at ürktü. Ellerimle atın yelelerini sıkı sıkı tuttum.
Atın ön ayakları 180 derece yukarda. Ha düştüm ha düşüyorum. At kalabalıktan, kalabalığın gürültüsünden baya etkilendi galiba. Fakat ben hiç korkumu ata hissettirmedim. Ata nasıl
bindimse şaha kalktığında da öyle duruyordum. Bu sırada dedem korkmuş. Oğlum attan düşüyor, diye yerinden fırlayarak meydana girmiş. Ben görmedim sonra dediler.
Görevli birisi ona, korkma amca bir şey olmaz. O masum, onu Allah korur, sen yerine otur, deyince dedem oğlum diye bağırır. O da sanki benim şiir okuma programımın bir parçası olmuş.
Görevli amca: “Bu genç senin neyin oluyor?” deyince torunum der. Ben, bu sırada atı sakinleştirince, görevli: Bak amca her şey normale döndü, hadi yerine geç. Torununla övüne bilirsin. Helal olsun çocuğa.” der. Ve dedem yerine geçer. Ben atın başını okşaya okşaya sakinleştirdim. Sonra başladım avazım çıktığı kadar, bağıra bağıra FERDA' yı okumaya….
Ahmet Amca bu şiiri baştan sona o günkü heyecan ve o günkü genç ruhuyla okudu. Bu sırada gözleri yaşardı. Ara sıra sesi titredi. Belki de sesinin titremesi şiirin içeriğindendi. Şiiri okudukça elleri ile ileriyi gösteriyor. Elleri, sanki bir yay gibi titreyen elleri, o anı tekrar yaşadığını, dinleyenlere hissettiriyor. Zaten, hepimizin de tüyleri diken diken olmuştu.Yaşı dalyaya yaklaşmış, okuma gözlüğü takan, hala Osmanlıca yazıp Osmanlıca okuyan, omuzları artık çökmüş, yılların verdiği yorgunlukla iş: vatan, istiklal, bayrak, olunca hemen canlanan birinden bu kadar uzun şiir dinlemek… Bizleri hayrete düşürdü. Gerçi biz bir şey anlamadık bu şiirden ama onun şiiri okuyuşu bizleri de heyecanlandırmıştı. Onun şiiri okuduğun da orada onu dinleyenler ağzı bir karış açık, Ahmet Amca ne okuyor acaba diye merak etti. “Bi
anlasak daha güzel olacaktı.” diye mırıldandık. Servet Abi, sordu. “Ahmet Amca sen ne okudun?” dedi.
-Şiir dedi.
-Kimin:
-Fikret'in.
-Fikret.
-Oğlum Tevfik Fikret, onun FERDA şiiri. bu. 13 yaşımda ezberledim. Benim okuma yazmam var. Hafızam iyidir. Hesabım iyidir. Sen beni bunak mı sandın.
Servet Abi:
-Estağfurullah, helal olsun Ahmet Amca valla ben böyle uzun ve zor şiiri aklım da 80 sene tutamazdım. Deyince Ahmet Amca,” İstersen Akif'in İstiklal Marşı’nı da baştan sona okuyayım mı? Benim arkadaşlarım İstiklal Marşı’nı ezbere bilir. Ezbere marş olarak okur. O zamanlar ilk işimiz marşımızı evvela ezberlemekti. İstiklal Harbi’nde ben çocuktum. Fakat olanları iyi hatırlarım. Savaşı yaşadım. Askere almadılar küçük diye. Savaş bir şey için olur VATAN. Atalarımız vatanı için savaştı. Çünkü milletinin karakteri üstündür. Milletinin bağımsızlığı için her vatandaşın canını seve seve vermesi vicdan ve namus borcudur. Türk’ün ölüsü bile bu vatanı yedi düvele teslim etmedi. Bizim ceddimiz tarihini oluk oluk kanlarıyla yazdı. Madem, hadi İstiklal Marşını sen oku. Arkadaş şöyle bir baktı, ayağa kalktı, Ah-
met Amca'nın elini öptü.
Resmi kayıtlara göre 14/03/1908 tarihinde doğan Ahmet amca 1934 yılında Rabia hanımla evlenir. Bir kız(Sevim), iki oğlu (Mehmet ve Yücel) olur. Uzun zaman yalnız yaşa-
yan Ahmet Amca, “yalnızlık Allah’a mahsusmuş” derdi. Ahmet Amca, akıllı ve pratik bir yaşam sonucu 31.12.2002’de İstanbul’da vefat etti. Evlatları onu Sandıklı’ya getirmedi. Aslında sağlığında mezarını da Sandıklı'da hazırlamıştı. Nasip işte….Yarının sahibi Cenab-ı Allah. O Unutulmadı,nur içinde yatsın.
17/12/2006
BAKİ KALAN BU GÖKKUBBEDE,
HOŞ BİR SEDA İMİŞ


Ferda
Ferda senin, senin bu teceddüt, bu inkılap..
Her şey senin değil mi ki zaten? Sen ey şebab,
Ey çehre-i behic-i ümid, işte makesin
Karşında: bir sema-yı seher, saf ü bi-sehab
A-guş-ı lerze-darı açık bekliyor.. şitab!
Ey fecr-i hande-zad-ı hayat, işte herkesin
Enzarı sende; sen ki hayatın ümidisin.
Alnında bir sitare-i nev, yok, bir aftab,
Afaka doğ, önünde şu mazi-i pür-mihen
Sönsün müebbeden!..

Sönsün müebbeden o cehennem; senin bugun
Cennet kadar guzel vatanın var. şu gördüğün
Zümrüt bakışlı, inci şetaretli kızcağız
Kimdir bilir misin? Vatanın.. şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı cehreye- allah esirgesin-
Kem bir nazarla baksa tahammul eder misin?
İster misin şu ak sakalın pak-ü muhteşem
Pişani-i vakaarına -bir kirli el demem-
Hatta yabancı bir el uzansın?şu makberi,
Razı olur musun taşa tutsun şu serseri?..
Elbette hayır, o makber, o pişanı-i vakur
Kudsi birer misal-i vatandır; vatan gayur
İnsanların omuzları üstünde yukselir.

Gençler; bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir.

Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin
Lakin unutmayın ki zaman tünd ü mutmain
Bir hatve-i samüt ile takib eder bizi
Önden koşan, fakat yine dikkatle her izi
Ta'mika yol bulan bu yanılmaz muakibin
Şermende-i itabı kalırsak yazık!.. demin
"Ferda senin" dedim, beni alkışladın; hayır
Bir şey senin değil, sana ferda vediadır;
Her sey vediadır sana ey genç, unutma ki
Senden de bir hesap arar ati-i müşteki
Maziye şimdi sen bakıyorsun pür-intibah
Ati de senden eyleyecek böyle iştibah
Her uzvu girdibad-ı havayiçle sarsılan
Bir neslin oglusun; bunu yad et zaman.
Asrın unurma, barikalar asr-ı feyzidir;
Her yıldırımda bir gece, bir golge devrilir.
Bir ufk-ı i'tila acılır, yükselir hayat,
Yükselmeyen düşer: ya terakki, ya inhitat!...
Yükselmeli, dokunmalı alnın semalara;
Doymaz beşer dedikleri kuş i'tilalara.
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, bağır;
Durmak zamanı geçti çalışmak zamanıdır.

Tevfik Fikret

DELİ MEHMET
Bu adamı 1938/1944 tarihlerinde çarşıda bulunan ve 15 yaşlarında olanlar az uz tanır sanırım. Adı deli fakat bir veli kadar değerli. Tecrübeli kendi halinde bir vatandaş.
Hakkında anlatılanlar o kadar çok şeyler değildir.
Anlatılanlara göre: Hak fakiri, sırtında bir gömlek, ayağında uzun iç donu, sırtında eski kepenek, öyle gezerdi. Büyüklerimden işittiğim şeyler bu adamı enine boyuna tarif ederdi. Balkan harbi gazisidir. Balkan harbi sırasında Ulu Cami civarında sık sık görülmüş olup, dum dum diye silah kullandığı görülmüştür. Bekteşli olduğu söylenirdi.
Gevrekoğlu Hacı Mustafa Hicaz’a gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi 90 dakika değildir. Beş altı ayda anca gidilirmiş. Hacca gidenlerden Gevrekoğlu Hacı Mustafa ve arkadaşları Şam civarında, “Şurada bir pilav üstü kavurma olacaktı da yiyecektik. Yanında da helva olsaydı yeseydik.” diye içlerinden geçenleri söylerler. Deli Mehmet, Havı Mustafa’nın evine gelip hanımına “Abla Hacı Mustafa Efendinin canı pilav ve helva istemiş yapıverin götüreyim.” der. Evin hanımı evdekilere Mehmet’in canı pilav ve helva istemiş yapıverin çocuklar diye söylemiş. Pilav ve helva yapılmış Pilavın üzerine kavurma bolca konmuş ve Deli Mehmet’e verilmiş. Bu esnada zavallı canı çekmiş herhalde, bizim bey hac yolunda diye söylenmiş. Cık cık diyerek de boynunu bükerek acımış.
Ama o pilavlı kavurma ve helva takdiri ilahinin maddi ve manevi gücü ile Hacı Mustafa Efendi’nin mekânına ulaşır. Hacı Mustafa Efendi’nin konakladığı odada pilav ve helva kokusu yayılır. Hacı Mustafa Efendi ocağa varır baksa ki pilav ve helva ocaktadır. Arkadaşını çağırır “Bak bu Deli Mehmet’in işi. Hadi canımız istemişti yiyelim.” der. Hacca varılır ve dönülür. Hac dönüşü kaplar Hacı Mustafa Efendi’nin eşyaları arasından çıkınca hanımı şaşırır. Bir kaplara bakar bir Hacı Mustafa Efendi’ye. Olayı kendi aralarında konuşurlar meseleyi çözerler.
Artık bundan sonra Deli Mehmet’e bir şey demeyelim ve onu hiçbir zaman geri çevirmeyelim diye ahd ederler. Zaten daha önce de hiçbir zaman Deli Mehmet’i üzmemişlerdir.

İkinci bilmek istediğimiz: Ulu Cami tuvaletine cemaatten birisi geniş oluyor diye dip taraftaki tuvalete girer. (tuvaletin eski haline göre) İhtiyacını orada giderirmiş. Fakat burasını devamlı Deli Mehmet kullanırmış. Zamanın çoğunu burada geçirirmiş. Fakat birçok kişi bunun farkında bile olmamış. Bu tuvaleti devamlı kullanan şahsa bir gün Deli Mehmet demiş ki. “Abi, yarın benim misafirim ol. Aynı saatte seni burada bekliyorum.” der.
Adam aynı saatte tuvaletin dip köşesindeki yere gelince deli Mehmet çıkar hoş geldin der ve içeri buyur eder. Adam korkar çekinir girmek istemez. Ama Deli Mehmet: “Abi burası benim fukara hanem korkma. benden sana benim mekânım da bir zarar gelmez.” der. “Dost onunla birlikteyken gerçekten olduğun gibi görünebileceğin, ruhunun tüm güzelliklerini ona anlatabileceğin biridir. Onunla birlikteyken kendini korumana gerek yoktur.” der ve adımı kolunda tutarak nazik bir şekilde içeri alır. İçeri giren adam baksa ki içerisi geniş bir bahçe envai çeşit çiçekler. Ortada muazzam bir sofra. Adam ne diyeceğini bilememiş. İki arkadaş yemeklerden yemişler muhabbet etmişler. Ezana beş dakika kala Deli Mehmet adama, “Ezana beş dakika var. Hadi abdestimizi alalım da namazımı kılalım.” der. İçeriden çıkarlar. Adam artık bir daha o tuvalete hiç girmez ve Deli Mehmet’e laf söylemez ve söyletmez de.
Fedakâr olan insan gönülden sevendir. Yürekli olan insan kendini bilendir. Umutlu olan insan yaşamı sevendir. Unutmayan dost ömre bedeldir.
Sandıklımızda 1932/ 1948 senelerinde dava vekilliği yapan bir Arap Zeki vardı. Hanımı Melek Hanım hatır naz, neşeli, kibar bir hanımefendi. İki çocukları vardı. Oğlu Nedim, kızı Nermin. Nereli olduklarını hatırlamıyorum. Şükrü Gümüş’ün şimdiki oturduğu evde ikamet ederdi. Deli Mehmet Gavas’ın kahvenin yanından (Caranların köşeden) eve doğru bağırır. “Zeki Bey, Melek Hanım bana bir şeyler hazırlarsanız ihya edersiniz.” Zeki Bey ve Melek Hanım Deli Mehmet’i kapıda karşılarlar. İkram, izzet, yukarı çıkarır. Onların pencere kenarında ki masaya kendileriyle beraber otururlar. Yerler içerler sohbet ederler. Akşama doğru ‘’Eh artık ben yerime gideyim.’ diye kalkar. Zeki Bey ve Melek Hanım, “Mehmet Amca burada kalırsanız size yatacak yerimiz ve yatağımız mevcut devamlı burada kalabilirsiniz. Bizi de memnun edersiniz. Bizimle burada kalın.” derler. Ama o yonca mektebi altındaki direklerin arasında yatmaya gider. “Benim çiftliğim, benim cennetim orası ben oraya gideceğim; gücenmeyin ben sizden memnunum.” der.
Paylaşacak dostlarınız yoksa iyi şeylere sahip olmanın bir zevki de yoktur. Nur içinde yatsınlar. Mekânları cennet olsun.

Deli Mehmet’i bize anlatan Terzi Mehmet TOPBAŞ’A teşekkür ederiz. 02/08/2005

Çanakkale zafer haftası münasebetiyle
Demirci Osman ve oğlu Mustafa ERKALAN
İşte onların, Demirci Osman usta ve oğlu Mustafa Efendi’nin baba-oğul askerlik anısından kısa bir kesit.
İstiklal Savaşı gazilerimiz
Sandıklımızın Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir merkez olduğu, Osmanlı Ordusu’nun Beşinci Hassa Alayı’nın kışlası olan ve günümüzde Yanık Kışla diye bilinen bugünkü hükümet konağı ve düğün sarayının bulunduğu alanın dönemin işgal kuvveti Yunan Ordusu tarafından yıkılmış olması ile de ortaya çıkmaktadır.
Sandıklımızın ilk Yunan işgali 08/08/1921’de olmuş. Bir iki gün sonra işgalciler ayrılmış, daha sonra da 07/09/1921 ile 11/12/1921 tarihleri arasında Yunan kuvvetleri Sandıklı’da bulunmuşlardır.
O günler, genelde Osmanlı’nın son dönemleri olduğundan ülke genelinde olduğu gibi Sandıklımızda da halkımız fakirliğin ve çaresizliğin en zor şartlarını yaşamakta idi. Ama bu zor şartlar altında dahi Türk Milleti asla bağımsızlığından ve özgürlüğünden taviz veremezdi. Kurtuluş mücadelesini başlatanlarla birlikte savaşarak bu eşsiz güzellikte, yurdumuzu düşman işgalinden kurtararak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Büyük Türk Milleti’nin verdiği bu kurtuluş mücadelesi içerisinde halkımızın gösterdiği fedakârlıklardan her biri bir destana konu olacak kadar eşsiz olan kahramanlıklarla doludur. Burada anlatacaklarımız da Sandıklılı bir istiklal Savaşı gazisi ile babasının hikâyesidir.
Lakapları Demirci Hacı İsmailoğulları olan Osman usta eskiden Ulu Cami meyyit taşı önünde bulunan demirci dükkânlarında demircilik işi ile meşguldür. Ve Zincirlikuyu karşısındaki baba evinde genç yaşta evlendiği için 7 veya 8 yaşında büyük oğlu Mustafa Efendi ve küçük oğlu Ahmet Efendi ile mütevazi şekilde yaşayıp dükkanında pulluk demiri yapıp çiftçilere satıp, harman zamanı köylerde öküz nalı çakıp geçimini sağlamakta iken askerlik dönemi geliyor. Ve eşi ile iki küçük çocuğu bırakıp askere gidiyor., Askerlik dönemi de bitmez tükenmez Osmanlı savaşlarına ve 1. Dünya savaşına katılıyor.1.Dünya savaşının bitmesi ile kurulan Milli Ordu’da askerliğe devam ediyor. Anlatılanlara göre bu 11 ila 13 yıl sürüyor.
Bu arada Sandıklı’da bıraktığı büyük oğlu seferberlik ilanı ile askere alınıyor. Ve Garp Cephesi Aziziye Deposu’nda onbaşı olarak göreve başlıyor. Ve Kurtuluş Savaşı’nın o en zor günlerinde Milli Mücadele’ye o da katılıyor.
1. Dünya savaşında Milli Ordu’da hizmet ederken baba Osman Usta yaşlanmıştır. Dolayısıyla cephede bulunması komutanlarınca doğru görülmeyerek kendisine geri hizmet olan revir hizmetlisi görevi verilmiş ve orada mücadeleye devam etmeye başlamıştır. Günler geçerken revire gelen bir hasta onbaşının, Sandıklılı olduğunu duyunca koşup yanına varıyor. Ve ona kimlerden olduğunu soruyor.
Onbaşının kendi oğlu olduğunu anlıyor. Ve oğlu ile sarmaş dolaş oluyor. Bu olayı duyan komutanlar, yaşlanan Osman Usta’nın terhisini yaptırıyorlar ve oğul Mustafa Efendi’ye hava değişimi vererek Osman Usta’ya teslim ediyorlar Hasta oğul Mustafa Efendi’yi sırtına alan Osman Usta köy köy at arabaları ile oğlunu Sandıklı’ya getiriyor. Mili Mücadele sonrasında baba Osman Usta ve iki oğlu Mustafa Efendi ile küçük oğlu Ahmet Efendi ( özel lakabı çok güzel kama yaptığından KAMACI derler) dükkânlarında mütevazı yaşamlarına devam ederler. Türkiye Cumhuriyeti kurulur, devrim kanunları çıkarılır. 21/06/1934 tarihinde soyadı kanunu çıktığında Sandıklı’mızda da her aileye soyadı verilirken dönemin Ulu Cami imamı Ali Bey (lakabı Biber Ali derler) sıra Osman ustaya geldiğinde, “Osman Usta, sen uzun seneler er olarak askerlik etmişsin senin soyadını ERKALAN koyalım.” der ve Osman Usta soyadını Erkalan olarak alır.
Uzun boylu 1.94 civarında Osman Usta 1954 yılında hakkın rahmetine kavuşur. Oğlu Mustafa Erkalan’a Milli Savunma Bakanlığınca 30 Mayıs 1926 Tarih ve 869 Numaralı İstiklal Madalyası kanununa tevfikan Milli Kurtuluş Ordusu’nda vazife almasından dolayı 27 Kasım 1969 tarihinde kırmızı şeritli istiklal madalyası verilmiştir. Ve kendisi mütevazı yaşamına devam edip 1979 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Baba oğul her ikisine de Allah’tan rahmet diliyoruz.
Vatan size minnettardır. Nur içinde yatın.
Ali ÖZESKİ
Av.Uğur ERKALAN’dan alındı.


“Gıran guyarın valla”


DEMİRİN HALİL

Halil Amca ormanda çalışıyormuş. At arabası ile odun taşırken yorulur, dere kanarında durur. Dereden su içerken akan suyun güzelliği ile dalmış gitmiş. Birden bir kurbağa “vırrak vırrak” deyip metlemiş, zıplamış. Halil Amca’nın avucunun yanından geçmiş, gitmiş. Halil Amca böyle bir şey beklemediğinden olacak birden belinlemiş, ürkmüş. Psikolojik olarak o gün bu gündür, kurbağalardan çekinir olmuş. Kafa takılmış bir kere kurbağalara.
Korkmuş bir kere…
Ya aklım almıyor. Öyle cesur adamdı ki kurbağadan nasıl olurda, korkardı. Ogün, işte ona takılmış bir kere.
Bak, mendili ıslat da fark ettirmeden cebine sokuver. O da elini cebine soktuğunda, ıslak bir şeye dokunsun onu bile kurbağa zannederdi. O gün yanına yaklaşma gayim.
Valla, ana avrat kıran kuyardı; dağıtırdı ortalığı rahmetli.
Namı değer Halil Amca çarşıda kendisine sataşanlara “KIRAN KUYARIM VALLA HAA” diye cevap verirdi. At arabası koşar. Gelirini at araba koşuculuğundan karşılardı. Dolayısıyla esnafla ve birçok kişi ile tanışıklığı vardı. Muhabbeti sevilen, kızak ,asabi ama bir o kadar da şaka götüren bir kişi idi.
Demirin Halil Bir gün akşama fırına göveç verir. Pişen göveci akşamüzeri eve götürürken yolda, onu tanıyan İbrahim; olacak ya, yerden at arabasının çiğneyip geçtiği bir kurbağa ölüsünü, gövecin üzerine koyuverir. Bunu gören Demirin Halil Amca tepsideki göveci, ileriye doğru atar ve ağzından da “KIRAN GUYARIN VALLA HA, VALLA DAĞITIRIN HAA!” diye diye evinin yolunu tutar. Elindeki göveç yere serpilmiş, darma dağınık olmuştur. Tepsi yerlerde, göveç kırılmış içi yerlerde.. Dönüp, “Nettin ay oğlum ibram?” bile demeden yürümüş gitmiştir. O gün akşam, niyet edilen göveç yenememiş; peynir ekmekle öğün savulmuştur. Ama daha sonra İbrahim’le karşılaşan Demirin Halil, Arkadaş benim et ne olacak?” deyince İbrahim 2,5 kilo et alır ve Demirin Halil Amca!ya verir. Ne şaka değil mi, şimdi böyle bir şaka kaldıracak dostunuz var mı?
-*-*-*-*-*-*-**-*--*-
Halil Amca’ya bir gün yeğeni Taner gelir
—Dayı 20 liraya ihtiyacım var. Bana 20 lira ödünç verir misin? der.
Demirin Halil
—Cüzdanı çıkarır yeğenine istediği 20 lirayı verir.
Para da para, o para şimdikinin 2.000 bin lirasına değer.
Taner
-Sağol dayı. der ve ayrılır.
Taner birkaç aydan sonra dayımın 20 lirayı vereyim falan, derken unutur. “Yahu zaten dayım veririm. Acelesi yok falan derken altı ay geçti. Ben de yalan yok savsakladım. Len bana tekrar 10 lira lazım oldu. Neden neden falan derken. Yine dayım aklıma geldi. Kaç dedim dayımdan isteyen. Borcun iyisi vermek, derdin iyisi ölmektir. Derler ya Borç iyi güne kalmaz kalmadı da. Amma neden ihtiyaç hâsıl oldu. Evine vardım. Kapıyı çaldım kapı açık. Girdim içeri. Baktım ki dayım namaz kılıyor. Pencerenin kenarında dayımın mindere çöktüm, oturdum. Derken dayım Demirin Halil namazı bitirince,
-Ne o len Toner hoş geldin yeğenim. (Bana Taner demezdi, Toner derdi rahmetli)
Nassın.
Ben:
—Dayı bana 10 lira lazım dedim.
Dayım:
Minderin altında para va. Al. dedi.
Hemen tekrar namaza durdu. Len minderin altını-üstünü, sağını-solunu, yanını- başını her yerini deşt ettim. Para falan yok. Dayıma baktım. Hala namaza devam ediyor. Len teravih namazı mı kıldığı, amma uzadı namazı. Minderin altını, hasırın altını, üstünü arasını, darasını, çapıt habanın altını, üstünü, arasını, deresini ters çevirdim, Len orayı ara, burayı ara; parayı bulamadım. Dayım da namazı uzattı da uzattı. Sonra baktım Dayım selam veriyor.
-Len dayı nerde len para, para falan yok buralarda. İyice aradım.
Dayım dedi ki.
—Oğlum Geçenlerde aldığın yirmi lirayı yerine koysaydın minderin altında 10 lira olurdu. Demesin mi. Valla kıyamet koptu sandım. Bir anda ne oldu bilmiyorum ama çok ezildim. Ayakkabılarımı giydim, kafayı eğdim; evden çıkıyordum. Borç uzayınca kalır, dert uzayınca alır. İşte borç kaldı. “Ulan Taner varken 20 lirayı verecektin ay oğlum.” diye kendi kendime içimden konuşurken, dayım “Toner! Toner!” diye kalın kalın bağırdı. Kapıdan döndüm. “Buyur dayı” dedim. Borçlunun yalımı alçak olur. Borçlu kimseler, borçlarını ödeyemedikleri için alacaklıları yanında rahat olamazlar; başları yukarıda yürüyemezler, üzülüp incinirler, sanki suçlu gibi dururlar, kendilerini ezik hissederler. Ben de mahcup ve üzgün bir şekilde idim her halde, dayım dayanamadı. Cüzdanını çekti, bana tekrar istediğim 10 lirayı verdi.
Veren eli herkes öper. Ben de dayımın elini öptüm, ayrıldım.
Böyle bir adamdı rahmetli. Len kimin dayısı anam atam olsun dayım kraldı valla. Ödünç: güle güle gelir, ağlaya ağlaya gider. Sonra aldığım paraları ödedim tabii ki.
Ne ibret verici durum değil mi?

*/*/*/***/**/*/*/*/**//*//**//*/**/*/**/
Demirin Halil son zamanlarında yalnız yaşar. Hanımı öldükten sonra yıkanacak geçeklerini, çamaşırlarını bohçalar ve kaplıcaya köprübaşına gider. Hem yıkanır hem geçeklerini, çamaşırlarını yıkarken tanıdıklar Halil amcaya takılırlar. Tabii köprübaşında yabancı müşteriler de vardır. Halil Amca, laf atanlara “kıran kuyarın valla, dağıtırın valla” dedikçe yabancı müşteriler şöyle bir bakarlar garip garip. Eskiden çamaşır makinesi falan pek rağbet görmezdi, belki de icat edilmemişti. Kaplıcaya gidenlerin kiminin, çamaşırhanede; (Kaplıcada çamaşırlık vardı.) kiminin banyo yaptığı yerde çamaşırını yıkaması normaldi, olağan şeydi.
Vücut gocar, gönül kocamaz. Hesabı dayım gönlü gençti. Ama yaşlanınca yalnız kalınca baya bi ferfelledi. Arkadaş Yalnızlık Allaha mahsustur. Allah kimseyi yalnız bırakmasın.
Rahmetli 25/08/1912 doğumlu 1935’te evlenmiş. 5 oğlu dünyaya gelmiş ama dördü Halil Amca’dan önce hatta çocukken ölmüşler. Biri sonra vefat etmiş. Hanımı 1974’te ölüyor. Halil Amca da 1994’te vefat ediyor. Yani 20 sene yalnız yaşayıp kendi imkânları ile yaşamak da kolay değil sanırım?
Sandıklı’dan insan manzaralarında, bir hayat hikâyesidir.
Allah rahmet etsin. At arabacı Demirin Halil nur içinde yat

(02 Kasım 2008 Bursa fuarına gidiş gelişte, Taner Usta ile yapılan muhabbetten kaleme alındı.)
DEMOKRAT ÖMER (KEÇECİ KÜÇÜK ÖMER )

Sandıklı'ya zamanın başbakanı gelecektir. Halk Hacı Köyü mevkiinde toplanır.
Sandıklı halkı başbakanını karşılayacaktır. Demokrak Ömer Amca da oradadır. O zamanın
başbakanının önünü keser. Ve derki ''Sayın Başbakanım, ben yaşlı ve kimsesiz biriyim.
Şimdi vatandaşın ayak işlerini görüyor, karşılığında onlar da bana üç beş kuruş veriyorlar. Bununla geçimimi sağlıyorum. Yarın yaşlanınca iş göremem. O zaman benim durumum ne olacak? Benim son hallerim ne olacak? Ben de bu vatanın evladıyım. Ama devletimiz bana bakmayacak mı? Benim gibi kimsesizleri de namerde muhtaç etmeyin.......''der. Bu olay zamanın başbakanı Süleyman Demirel'in zihninde bir soru işareti bırakır. Danışmanına not aldırır.
Şimdi emekli sandığından ödenen, halk arasında 65 aylığı adı verilen maaş o zaman De-
mokrat Ömer Amcanın girişimi ile başladığı söylenmektedir.
Onun zamanında düğünlerde ,davetiye dağıtma yoktu. Liste yapılır, Ömer Amca’ya verilir.O, listedekileri düğüne, sünnete, mevlide, hatimlere davet ederdi. Düğünlere, sünnetlere, mevlitlere oku onunla yapılırdı.
Küçük boylu, neşeli; çarşının olmaz ise olmaz simalarındandı. Bazı muzipler, “Ömer Amca, ben de mevlide davetli miyim?” diye sorarlar. Listeden arar yoksa “Sana mevlit sahibi oku verecek.” derdi. “Ömer Amca 250 lira vereyim beni de listeye yazı ver.” diyenlere
''kaşığın yakında mı?'' veya “Kaşığını al da gel.'' diye cevap verirdi. Herkesi iyi tanır. Listedeki isimleri en kısa zamanda dolaşırdı. Kime ne diyecekse adamın kendini bulur söyleyeceğini söyler, vereceğini verirdi. Hiç erinmez, aldığı emaneti mutlaka adrese şahsa teslim ederdi. Yaptığı bu işten, büyük zevk alırdı çok zaman Fakirleri mevlitlere hatimlere davet ederken mutlu olurdu. Hatim duası okunacağı yere hatim cüzlerini götürürdü. Hatim duasını okuyacak hocalara, haber verirdi. Hatim duası, ıskat, yemin, kefaret parasını ona verirler o fakir ve muhtaçlara dağıtırdı. İlçemizdeki ihtiyaç sahiplerini bilirdi. Mevlüt olan yere bir fakir geldi mi “şöyle oturuver” diyenlere kızardı. Ne yazık ki, mevlitlere davet edilen fakir fukara, öncelikli olması gerekirken onlara kıyıdan köşeden bir yer gösterilir. Bu hatamız hala devam etmektedir.
Demokrat Ömer adı o zamanlar Demokrat Parti’nin odacısı olduğundan söylene gelmektedir. Küçük boylu olduğundan Küçük Ömer; keçecilik yaptığından da Keçeci Ömer de denir.
Rüştiye mezunudur. (Ticaret Odasının bulunduğu yer çok eskiden rüştiye mektebi idi.
Orada okuduğu bilinmektedir. Sonra orası dispanser oldu.) Ömer Akşit düzgün ve vezinli
konuşurdu. Kimseyi kırmaz, kırıcı konuşmazdı. Çok dürüst olan Ömer Amca Havai Camii’nin müezzinlik imtihanını kazanır ama babası müsaade etmediği için göreve başlamaz.
İlçemize, trenin ilk geldiği senelerde trende su, ayran, leblebi satar harçlığını çıkartırdı.
Keçeci Küçük Ömer Amca çok bonkördü. İş karşılığı aldığı parayı başka yerde hemen çay
ısmarlar, bisküvi alır; ahbapları ile harcardı. Birisi bir hayır versin, aşağı sokakta alır, yukarı
sokakta eş, dost, arkadaşları ile hemen harcardı. İş karşılığı aldığı parayı çocuklara ipli şeker,
leblebi, bisküvi vs. alır; verirdi. Çocukları çok severdi. Esas mesleği leblebicilik olan Ömer
Amca daha sonra Tokillerin keceçi dükkânına gider, onlara yardım ederdi. Keçeciliği de öğrenir ara sıra yapardı. Çok zaman ağır işlere girmezdi. Zaten bünyesi müsait değildi. Endüstri Meslek Lisesi’nin yerini hibe eder. Yerine sadece 2 adet dikiş makinesi verirler. Ömer Amca yaptığı işten memnundur.''Burada evlatlarımız okuyacak adam olacaklar ''der.
İnsanların en adaletlisi: Kendisi için istediğini başkası için de istemeyi bilendir.

Ömer Amca’nın eşi kadın terzisidir. Makineleri ona verir. Eşi de birçok bayan terzi yetiştirmiştir. Ömer Akşit 1322 doğumlu.1997 yılında vefat etti.
Son zamanlarında en çok, Dinar'ın il olması sözüne kızardı. “Ömer Amca Dinar il oluyor.” diyenleri terslerdi. Ömer Amca’nın hayatı ilçemizdeki değişimin en güzel göstergesidir. Onu tanıyanlar, onun yaptıklarının şimdi hiç birinin kalmadığını göreceklerdir. Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Kabri cennet olun nur içinde yatsın.

Dr. Ahmet Nurettin TURAN

Dr. Ahmet Nurettin TURAN İlkokulu Sandıklı'da okuduktan sonra orta ve liseyi Afyon’da okudu. Afyon Lisesi’ni bitirdikten sonra ülkenin tek üniversitesi olan İstanbul Tıp Fakültesi’ne gitmiştir.
Tıp doktoru olarak üniversiteyi bitiren Dr. Ahmet N. Turan, serbest hekim olarak çalışmaya
başlar. Sandıklı'da çalıştığı yıllarda Halk Evi başkanlığını da yapmıştır. Kamuda görev almak
için başvuran Dr.Ahmet Turan, Şuhut'a hükümet tabibi olarak atanır. Sonra Maraş’ın Göksun
ilçesine sıtma savaş tabibi olarak tayini çıkar. Oradan Maraş’a atanır. Dr.Ahmet Turan, Ma-
raş'ta çalışırken Şuhutlular Sağlık Bakanlığı’na başvurarak eski hekimlerinin tekrar Şuhut'a
atanmasını isterler. Bakanlık bunu kabul eder ve Dr. Ahmet Şuhut’a ikinci kez atanır. 12 yıl
Şuhut’ta hizmet verir. O yıllarda Şuhut’ta eczacı da yoktu. Böyle yerlerde hekimler ilaç satılan bir yer açabilirlerdii. Bu yerlere eczacıların açtığı eczaneye de belli olsun diye
''ecza dolabı'' denirdi.

Devamlı yanında ağır bir çantası olurdu. İçinde sadece dinleme ve tansiyon aletleri değil,
kalp krizi, zehirli hayvan sokması vb. acil durumlarda gereken ilaçlar da olurdu. O zaman bir
kere kullanılıp atılan steril şırıngalar yoktu. Şırıngalar ve ucuna takılacak iğneler kaynatılarak
sterilize edilirdi. O yüzden çantada şırınga, iğne ve küçük bir ispirto ocağı da bulunurdu. Aşı
kampanyalarında kullanılan aşıların saklanması için soğuk bir yer gerekiyordu. Şuhut’ta hiç
bir yerde buzdolabı yoktu. Şuhut Hükümet Tabipliği’ne bir buzdolabı gönderilmesini sağladı.
Buzdolabının gelişi büyük bir ilgi odağı oldu. O zamanlar otobüslerin altında bagaj yoktu.
Eşyalar otobüsün üstüne konar, üzerine branda bezi çekildikten sonra bağlanırdı. Bir gün Afyon-Şuhut seferini yapan burunlu bir otobüsün üstünde, buzdolabı geldi. Otobüs
hükümet konağının önüne yanaştı. Çarşıdaki insanların büyük bir kısmı, otobüsün etrafında
toplandı. Şuhutlular, indirilen buzdolabını meraklı gözlerle, pür dikkat uzun uzun seyrettiler.
Buzdolabı ve elektrik olmayan kasabada, kasaplar etleri dükkânın orta yerinde bir çengele asıp isteyen müşteriye oradan veriyorlardı. Dr. Ahmet Turan onlara etlerin tel dolaba
konmasını, kapıya tül asılması gerektiğini anlattı. Anlatarak, uygulatamayınca belediye encümeni kararı çıkartarak zorla, kasapların istenilen değişikliği yapmasını sağladı.

1950’li yıllarda birçok yerde olduğu gibi Şuhut’ta da evlerin önemli bir kısmında tuvalet
yoktu. Bahçenin bir köşesine, pratik bir tuvaletin nasıl yapılacağını ve gereken çukurun nasıl
kazılıp üstünün kapatılacağını anlatan bir filmi gösterip; kasabanın sinama salonunda topladığı insanlara bir yandan filmi gösterip öbür yandan bir evde tuvalet bulunmasının ne kadar önemli olduğunu anlattı. Şuhut’ta görev yaptığı yıllarda milletvekili adayı da olmuştu.

O zamanlar her yerin birbirine bağlı olduğu elektrik ağı yoktu. Köylerde zaten elektrik
yoktu. İlçe merkezlerinde ise, elektrik santralı denen yerlerde bulunan dinamolar, elektrik
sağlıyordu. Bunlar akşam hava kararırken çalışır gece 12'de dururdu. Yani sadece akşamları elektrik verilirdi. 12'ye çeyrek kala bir yaralı gelmiş ise ve dikiş atılacaksa hemen oğlunu santrale gönderir.''Amca babamın selamı var elektriği yarım saat geç kesmeni istiyor. Yaralı var; onu tedavi ediyor.” diye haber gönderirdi. Çünkü santralde telefon yoktu.

Bölgemizin yetiştirdiği nadide kişilerden biridir Dr. Ahmet TURAN. Sinirli haliyle bile affetmesini bilenlerdendi .
Dr. Ahmet Turan bir gün akşam, evinde eşine tepside ıspanaklı börek yapmasını söyler.
Eşi, un ve yağ alınması gerektiğini söyleyince “Yarın sabahtan gelir.” der.
Sabahtan un ve yağ siparişini verir, işyerine öyle gider. Akşama ıspanaklı tepsi böreği yiye-
cem diye akşama kadar bir şey yemez.. Akşam eve varır sofrada börek yoktur.
-Hanım bu ne, börek ne oldu.
Eşi:
-Sen un yağ gönderdin de mi, börek bekliyorsun. Nerde un, nerde yağ?
Dr. Ahmet Turan:
-Hanım sabahtan ilk işim un yağ almaktı. Aldım getireceklerdi.Gelmedi
mi? Ben onun kafasını kırmaz mıyım? der
Bir gün sonra sabahtan un yağ aldığı işyerine gider. İşletme sahibi, Dr. Ahmet Bey’i görünce hemen eline un ve yağ tenekesini alır. Dr. Ahmet beyin yanından, yan yan çıkmaya çalışır ama, Dr. Ahmet Bey omzuna elini kor.
İşletme sahibi:
“İnan Ahmet Abi unuttum.” deyince. Dr. Ahmet Turan: “ Başka bir şey söyleseydin kızacaktım ama, ''UNUTMAK MAZERETTİR.” der.

Dr. Ahmet belediye otobüsü ile kaplıcadan dönerken otobüs şoförü hemzemin geçite
gelince sorar:
“Gelen var mı?” Yolcular: “Tren geliyor.” derler. Kaptan beklemeye başlar. Baya uzunca zaman bekler, tren geçmez. Kaptan:
“ Ne oldu lan bu tren. Nereye gitti. Niye hala geçmedi?” diye sertçe seslenir.
Dr. Ahmet:
“Valla, tren geri döndü.” der. Der ama merak eder. Şoföre der ki, “Dur şuna bir bakalım.” Otobüsten inerler, baksalar ki çiftçi traktörü ile çift sürüyor. Traktör karşı andan geri dönünce
farlarının yerine çiftçi bir ışıldak takmış onunla işini yapıyor. Traktör gelirken tren gibi gözükmesi ondanmış.

Hipokrat yeminine sadık, farklı bir doktordu. Hastasını takip eder. Zamanında kontrole
gelmeyen hastasını arar, sorar durumunu öğrenirdi. Çok zaman, telefonla arayan hasta ya-
kınlarının isteği üzerine, hastanın evine gider muayeneyi yapar, gerekli ilaçlarını temin ederdi.
Hasta yakını merak etmesin diye, bir de telefon eder; sonucu bildirirdi. Hastasına hizmet
etmekten gocunmaz, bilakis memnun olurdu.

Dr. Ahmet Turan'ın arkadaşları sac pişittirirler. Yemek hazır olunca haber verilir. Fırında
sac hazır bekler. Dr. Ahmet bakar, saçta sadece et var; başka bir şey yok. Hayret eder.
“Arkadaşlar bu ne ya?”
“Ahmet Bey bu taze düve etinden kavurma, yumuşak olur”derler. “İşte böyle yiyorsunuz; mideniz hazım etmiyor. Sonra Ahmet Abi midem dersiniz. Şunun yanında taze soğan, Karacaören domatesi, biber; şöyle söğüş gibi olsaydı, midenin çalışmasına yardımcı olurdu. Mide sıhhatimiz bozulmazdı.” der. Ve sebze halinden yaş soğan, biber, domates alır gelir ve masaya öyle oturur. Sağlıktan hiç ödün vermezdi. Çarşı esnafından sevdiği birinin kanserden vefatı, onu çok etkilemiş; böyle cana yakın, neşeli, hareketli birinin böyle bir hastalıktan
vefatı mümkün değil diyerek, araştırmalarını bu yönde yapmıştır.

Sandıklı’nın, kanalizasyona kavuşması için çok çaba gösteren kişilerdendir. Kaplıcanın
daha modern tesislere sahip olması için çok çabaladı. Turizm Bakanlığı nezdinde girişimlerde
bulundu. Sağlık merkezine ambulans görevi yapsın diye; Amerikan Ordusu’nun Türkiye’ye bağışladığı mavi boyalı bir kamyonet verilmişti. Bu hiç içine sinmiyordu. Yurt dışında, özellikle Almanya'da çalışan hemşeriler ile irtibat kurarak onların, Almanya’dan bir ambulans alıp göndermelerini sağlamıştı. Gerçi gelen ambulans gümrüğe takılmıştı. Ama onunla bir kaç arkadaşı, bir kaç günlüğüne Edirne’ye giderek çözmüştü.

Bir gün, halsiz kalmış bir hasta gelir. Muayene eder ve hastaya derki:
“Kardeşim et bulamadın, madem ot bari yeseydin. Vücudun sana emanet,
ona bakman senin vazifen.” der.

Dr. Ahmet Turan’ın ücret tarifesi yoktu. Hasta veya yakını ücret ödemeden çıkarsa da
ücret istemezdi. Bazen hastaya, ilaç parasının olup olmadığını sorar. Hastanın ilaç alacak parası yoksa, ilaç parasını verdiği zamanlar olmuştur. Gariban dostu idi. Halden anlardı. Ama İNSANIN BAZEN EŞREF; BAZEN DE EŞEK ZAMANI OLUR derdi.

Dr. Ahmet Bey’e hasta gelir. Dr. Ahmet Bey muayene eder. Romatizma der ve aspirin ile
penadur iğne verir. Hasta bakar aspirin ve penadur iğne. Dr. Ahmet beni baştan savdı diye
Ankara'ya gider. Hasta Hacettepe de 1 ay kontrolden geçer. Muayene, tahlil derken bir ay
sonunda onlar da, aspirin ve penadur verirler.
Anadolumuzdan, çocuk felci hastalığını bakanlığımıza ilk haber veren doktorlarımızdandır.
Romatizmal hastalıklardan dolayı yapılan toplantılara onur konuğu olarak davet edilirdi.

Dr. Ahmet arkadaşının dükkânında otururken arkadaşına peynir gelir. Peynirci derki:
“Çok taze peynir, hemen peynirli pide yaptır.” der. Orada bulunan Dr. Ahmet Turan:
“Peynir en az bir senelik olmalı, salamura olmalı.Taze peynir yedirip de beni de arkadaşsız mı koyacaksın?” diye peynirciye taze peyniri kendisinin de yememesini tavsiye eder.

Dr. Ahmet Turan arkadaş canlısıydı. Tuttuğunu tutan birisiydi.Muhabbeti sevilirdi.
Yakinen tanımayanlar, ona resmi davranırlardı. Dr. Ahmet , bir gün arkadaşını, bulunduğu işyerine çağırır. Arkadaşı, gelirken gömleği çiviye takılır ve yırtılır. Bunu gören Dr. Ahmet en iyisinden marka ve kaliteli gömlek alır. Arkadaşına hediye eder.

Emekli olduktan sonra, serbest hekim olarak mesleğini, ömrünün son birkaç yılına kadar
icra eder. İmkânları ölçüsünde Sandıklı’da yayımlanan gazetelere yazılar yazardı. Radyo ve
televizyonda Sandıklı’yı ve Hüdai Kaplıcası’nı tanıtmaya çalıştı. Sandıklı için basılan altının,
gazetelerde fotoğrafının yayımlanmasını sağladı.

1920 doğumlu olan Dr. Ahmet Nurettin TURAN 1993 yılının Ağustos ayında vefat etti. 40 yılı aşkın bir süre, kendisinden çok bulunduğu çevre halkı için zaman, enerji harcayan Dr. Ahmet Turan Sandıklı’da, şimdilerde 40 yaşlarında olan ve ''Ben Doktor Ahmet'in vesilesiyle yaşıyorum.'' diyenlerin ifadelerinde. İstanbul da tanı konamayan birisine, Sandıklılı bir mühendisin, “Ahmet Bey sağ olsaydı, ben seni Sandıklı'ya ona götürürdüm. '' sözünde yaşıyor.







Kaynak: Kızı ve halk arasında anlatılanlardan
EMİN USTANIN HASAN

1993 yılında Bağ-Kur prim borçlarının faizini affedip, anaparasını yatıranlara bir hak tanınmıştı.Bunun için Bağ-Kur, kaydı olanlara bir yazı göndermişti. Yazıyı eline alan Hasan Göçer, “Bu ne, ne yazıyor?” diye Bağ-Kur irtibat bürosuna geldi. Kendisine Bağ-Kur’lu olduğunu şayet bu parayı yatırır ise (altı milyon Türk Lirası) emekli olabileceği söylendi.
Hasan Amca:
-Evladım ben Bağ-Kur’a hiç para yatırmadım ki, ne emeklisi? Vereceğimiz üç kuruş, sonra ömür boyu maaş al. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ben hak etmediğim parayı almam, tüyü bitmedik yetimin hakkı var bunda.Emekli edecekmiş. Hımmmm. der.
Yetkili:
-Hasan Amca devlet hak tanıdı ama.
Hasan amca:
-O tanır. Ben kendime bakarım. Ne tanımış?
Yetkili:
-Hak tanıdı.
Hasan Amca:
-Hadi beeh! Biz işimize bakalım. Elini bağrına koyarak müsaade etmiyor ki.
Diyerek Bağ-Kur’ dan gelen yazıyı yırtıp attı ve oradan ayrıldı.
Hasan Göçer emekli olmadı. ‘‘Hak etmedim ben bu parayı.’’ dedi.
Emin Ustanın Hasan, giyimine özen gösterir siyah takım elbise, beyaz gömlek, siyah sivri
burun ayakkabı giyer ve siyah fotör takardı.
Askerliğini Balıkesir’de yapan Hasan Göçer’in, ahşap bina ve lambiri tavan yaptı-
ğından, dönemin kolordu komutanı tarafından denetlemede çok beğenildiği ve komutan tarafından ödüllendirildiği asker arkadaşları tarafından aktarılmıştır.
Yaptığı alış-verişleri peşin para ile yapar, hatta parayı önce verir, sonra malı aldığı esnafımızca anlatılmaktadır.
İlçemizde Yeni Cami, Kaplıca Cami’si, Sorkun, Selçik, Hacan, Akin, Menteş, Afyon Ayazin, Dinar Haydarlı camilerinin kubbe ve çatılarının mimarıdır.
İnce ardıç ağacından tahtaya 20’lik yapma çiviyi ardıç tahtayı çatlatmadan çakar, kendi beğenmediği işi teslim etmez, beğenesiye kadar bozar yapardı.
Emin Ustanın Hasan Amca, çok güzel ‘‘harman dalı’’ oynardı. Tanıyanlar:‘‘Bir keresinde
(Kullabın) rahmetli Ali İhsan’ın düğününde oynadığı harman dalı ayakta uzun süre alkışlandı.
Hatta düğünü köşelerden, pencere ve damlardan seyreden kadınlar tarafından bile uzun süre
alkışlandı’’derler.
İki oğlu vardı: Sanayi esnafımızdan Oktay Göçer ve Taksici Mehmet Göçer, 1920 doğumlu olan Hasan amca, Ağustos 2000 yılında vefat etti. İşinin aşığıydı, paraya tamah etmezdi.
‘‘Ben Emin Ustanın oğlu meşhur marangoz (Deli)Hasan Göçer’’ derdi. Hayatını dolu dolu yaşadı,
Allah rahmet eylesin. Hasan Göçer, nur içinde yat.

KOCA ÜSTEĞMEN
FAKI ALİ


Üsteğmen Fakı Ali: “ Evlat Biz Hesabı Mahşere Bıraktık! ”

Baba Adı: Osman
Anne Adı: Hatice
1.80 boylarındadır.
Emin Efendinin talebesi, eski dinamonun şimdiki San-jet esanjör sisteminin olduğu yerde orası o tarih Yalıncak Medresesi Müderrislerinden olan şeyh
Emin efendi’nin talebelerinden olan Üstteğmen Fakı Ali Özer 1302 doğumlu olup üç çocuk babasıdır. DÜZELTİLECEK **************************************

Arabistan Cephesi’ne teğmen (takım komutanı )olarak 120 kişiden müteşekkil bir bölükle, 45 km.’lik cepheyi müdafaa ile görevlendirilir. Burayı savunurken Araplar, İngilizlerle bir olunca Ankara Hükümeti onlara Arabistancı terk ederek derhal Anadolu’ya dönmelerini haber verir.
Teğmen Fakı Ali ve arkadaşlarının bazıları esir düşer, bazıları şehit olur, bazıları da kaçar. Üsteğmen Fakı Ali yakalanacağını anlayınca bir sazlık yere (bataklığa) girer. Üç gün burada saklanır. Arap askerleri sazlıkta birinin olduğunu bildiklerinden onlarda üç gün beklerler. Hiç bir yiyeceği olmayan Fakı Ali, açlıktan teslim olmak zorunda kalır. Arap askerler, Fakı Ali ve arkadaşlarını, zamanın Suudi reisine götürürler. Suudi reisi teğmen Fakı Ali’yi sorgular ve cesaretine hayran kalan Suudi reisi Fakı Ali ve arkadaşlarını daha ılımlı bir esir kampı olan İskenderiye’ye gönderilmelerini emreder. Fakı Ali, burada esareti süresince tahtadan okul çantası yaparak gelirini temin eder ve merakından dolayı Fransızca da öğrenir.1,5 yıl esir kalan Fakı Ali ve arkadaşları daha sonra yapılan mübadele sonucu serbest kalır.
Anadoluya dönen Fakı Ali, Milli Mücadele yıllarında Kocatepe’nin komutanı Miralay
Reşat Paşa ile Üsteğmen olarak Kocatepe Muhasarası’nda beraber olur. Ankara’dan
Gelen, Kocatepe’ye saldırı emri ile Üsteğmen Fakı Ali takımını alarak saldırı için gösterilen yerin uygun olmadığını belirtir. Kendisi ve arkadaşları Kocatepe’deki düşman birliklerine arkadan saldırır. Kocatepe’de hayli fazla zayiat verilir. Ama neticede Kocatepe söylenen zamandan sonra da olsa alınarak zafer kazanılır. Miralay Reşat Paşa: “ Tepeyi zamanında elde edemedim, cepheyi başkomutana vaat ettiğim süre içersinde alamadım.” diye gururuna yediremez ve cephede (Çiğil tepe’de) kendi beylik tabancasıyla kendisini vurur.
Üsteğmen Fakı Ali konuyla ilgili olarak:
“ Müdahale edemedim. Paşamın böyle yapacağını hissetmiştim. Bunun için yanına
sokuluyordum ki, geç kaldım. Bu bana zafer sevincini yaşatmadı.” diye oğlu ve gelinine
defalarca anlatır. Fakı Ali o günleri şöyle anlatıyor:
“Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922 tarihinde dikenli tellerle çevrili Kurt Kayası, Kalecik
Sivrisi, Beytepe, Tınaztepe, Belentepe, Çiğiltepe, Damlalı Boğazı ve bu çevrede şafakla
saldırı başladı. O gün öğlen 1310 rakımlı Tınaztepe, Kılıçaslan, Belentepe’yi aldık. İkinci
gün Kurt Kayası, Erkmen, Türkmentepe, Sivritepe, Çiğiltepe’yi alınca düşman ovaya döküldü. İşte burada Atatürk’e söz verdiği saatte hedefini alamayan Miralay Reşat Paşa
ne hazindir ki intihar etti. Komutanlar Balmahmut’ta iken Başkumandan Mustafa Kemal
ve İsmet İnönü, Afyon’da karargâh kurdular. Üçüncü gün, artık bu iş bitsin dediler ve
Dumlupınar yolunu kestik. 30 Ağustos günü tüm mevziler düşmüştü. Yunan komutanı
Trikopis batıya doğru kaçmaya başladı.
Mustafa Kemal işte o zaman “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz ileri! “ emrini verdi.
Kocatepe ordusu düşmanı Afyon’dan aldığı gibi İzmir, Urla ve Balçova’ya kadar kovalar ve Milli Mücadele zaferle biter.
Ankara hükümeti Üsteğmen Fakı Ali’ye Urla ve Balçovada 300 dönüm bağ ve bahçe vermek ister. Üsteğmen Fakı Ali sorar:
- Bunu niçin teklif edersiniz?
- Komutanım üstün başarı gösterdiniz sizi ödüllendirmek istiyoruz.
Cevabını alınca o unutulmaz sözünü söyler:
“Evlat biz hesabı mahşere bıraktık!”
Ankara Hükümeti daha sonra Dersim olayları vukuu bulduğunda Dersim’e (Tunceli) tayin eder. Fakat Üsteğmen Fakı Ali memleketi olan Afyon’a çok uzak olduğu ve Afyon’a yakın çevrelere olursa kabul edeceğini söyler. Fakat maalesef Tunceli, derler o da istifa eder. Ankara Hükümeti Fakı Ali’ye tekrar Ankara civarından Cebeci’de 300 dönüm arazi, çiftlik vermek istediğini iletir. Fakı Ali yine hayır diyerek kabul etmez. Bu cevap karşısında, devletimiz sizi ödüllendirmek istiyor diyerek İstiklal Madalyası verilir. Fakat maaşı yine kabul etmez.
Memleketi Sandıklı’ya dönen Fakı Ali Amca çiftçilikle hayatını devam ettirir. Burada Fakı Ali Amca’nın anılarına yer vermek istiyoruz.

1945’ lerde, tek partili dönemde, Halk Evi’ni çalıştırırken Sandıklı’ya ilk defa Markoni marka radyo getirir. Daha sonra halk evini çalıştırmayı bırakır.
Fakı Ali Amca Yonca’ya -şimdiki katlı oto parkın olduğu yer- yoğurt, peynir, süt almaya gider. O zamanlar orada pazar olurdu. O Pazar, yolda hala devam etmektedir. Fakı Ali Amca Yonca’da yoğurt alma sırasında, orada alışveriş yapan birinin satıcıya hakaret ettiğini ara sıra Fransızca küfür ve argo konuştuğunu duyar. Esir kampında öğrendiği Fransızcayı bildiğinden söylenenleri iyi anlar.Yabancının kolundan tuttuğu gibi, Fransızca onun söylediklerine cevap verir. Bu arada yabancıyı kolundan aşağı burkar. Konuşulanları halka tercüme eder.Civardakiler yabancıyı dövmek isterler. Fakı Ali Amca yabancıyı karakola götürmek istediğini söyleyince, yabancı altına koyuverir. Sonradan anlaşılır ki o yabancı, Sandıklı’da yeni memur bir bayanın eşidir.
Olayı anlatan Ali Amca neme lazım ne halleri varsa kendileri halletsin demedi. Olaya müdahale etti. Hem de ''Bir dil bilen bir adam iki dil bilen iki adamdır'' demiş peygamberimiz dedi.
O zamanlar hükümet yol vergisi çıkarır. Fakı Ali Amca’ya da altı lira yol vergisi tahakkuk eder. Yol vergisini ödeyemeyen Ali Amca, Havai Cami’sinde bir ay hapis yatar. Yani o zaman Havai Camisi hapishane olarak da kullanılmıştır.
Fakı Ali Amca elbiselerinin temizliğine çok dikkat ederdi. Temiz giyime özen gösterirdi. Fakat 15-20 günde sakal tranşı olurdu. Bir gün sabah, hamamında düşer kalçası kırılır. Uzun süre evinde tedavi olur. Canı sıkılınca koltuk değnekleri ile çarşıya çıkar. Devamlı gittiği Hopa Ali’nin kahveye gider. ( Hopa Âli’nin kahve şimdiki Ekin Eczanesi’nin olduğu yerdir.) Kahvede biri Fakı Ali Amca’ya bakar; sakalları uzamış, sakat herhalde dilenci der. Ve çok miktarda para verir. Fakı Ali Amca:
“Evladım sağ ol ama benim ihtiyacım yok. Sen bunu ihtiyacı olan birine verirsen iyi olur.” Der. Parayı almaz.
Fakı Âli’nin vücudunda bir merminin bulunduğu, kalp yakınlarına geldiği zaman merminin rahatsızlık verdiğini, ağrıdığını böyle zamanlarda kurşuna, “Rahat dur, eziyet etme Kocatepe hatırası.” diye kurşuna seslendiğini aile etrafından öğrendik.
Fakı Ali Amca ölümünde, 9 kurşun ve sayılamayacak kadar şarapnel parçalarının izlerinin hala belli olduğu cenazesinin yıkanması sırasında yakınlarından buna şahit olduklarını öğrendik. Üsteğmen Fakı Ali ÖZER 1958 yılında 72 yaşında vefat eder.
Fakı Ali Amca’nın İstiklal Harbi’nde kullandığı üç kılıncı, tabanca ve tüfeğini 12 Eylül 1980 tarihinde, oğlu Osman Özer yetkililere teslim ettiğini söyledi.
Fakı Ali Özer’i konuştuğumuz oğlu Osman Özer’in ara sıra gözleri doldu. Bazen sanki İstiklal Harbi’nde yaşamış gibi sesi ve hareketleri bizlerice oldukça duygulandırdı. Fakı Ali ÖZER ve İstiklal Harbi şehit ve gazilerini rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsınlar.
Bu vatan bizlere atalarımızdan miras değil
Evlatlarımıza verilmek üzere emanet edildi.






Kaynak : Osman ÖZER



FEHMİ ÇAVUŞ

Aslında, mesleği kunduracılıktır. Çok güzel ayakkabı diktiği bilinir. Ayakkabı ustalığını
öğrenmek için İstanbul'a gider. Orada mesleğini geliştirir. Ayakkabıcılık yaparken belediye-
ye girer. Birçok Belediye başkanı ile çalıştı. Bir dönem Belediye başkan adayı da oldu.
Belediye başkan adayı iken zamanın Belediye başkanına, “Ben kazanırsam, seni, otel
müdürü ederim, kafanı takma.” der ve sırtını sıvazlar. Ama seçimi kaybeder belediye baş-
kanı Fehmi Çavuş’u tekrar Belediye İtfaiye Amirliği’ne atar. Bu dönemde apoletli resmi elbise giyen Fehmi Çavuş’a yakınları ''süslü asker''diye unvan takmışlardır. İlçemizin ölüsü,
dirisi, delisi ondan sorulurdu. O, belediye zabıta amirliği döneminde ilçemizin mağdur, kim-
sesiz, divane kişilerini her hafta toplar banyo yaptıttırırdı. Esnaftan topladığı yeni iç çama-
şırlarını giydirir, eskileri yakardı.Bunu her hafta mutlaka yapardı. İlçemizde bulunan bu kişileri her sabah toplar bir lokantada çorbalarını içirirdi.
Fehmi Çavuş'tan Hamamcı Kazım'a, lokantacılar, iç çamaşırı veren esnaf; hayır işi olduğundan, onun gönderdiklerinden, para almazlardı. İlçemizin mağdur, kimsesiz, deli, divane kişilerine kendini vakfetmişti. Memleketimizin delilerinin her derdi ile ilgilenirdi Kendisi
ilgilenemediği zaman zabıtadan birilerini bu işle görevlendirirdi. Fehmi Çavuş’un ölümü en
çok, onları etkiledi; çünkü yerini kimse alamadı.
Fehmi Çavuş esnafı yakinen tanırdı. Kimin nasıl bir yapıda olduğunu bildiğinden yak-
laşımı farklı idi. İnsan sarrafı olan Fehmi Çavuş belediye harç ücretlerini(yer işgaliye, reklam pano, tellaliye, temizlik vs.) esnafın ekonomik durumuna göre kendi tespit eder; durumu iyi olandan çok, orta olandan orta, az olandan az, iyi olmayandan ise almazdı.
Onun döneminde esnaf ile belediye arasında hiç bir sorun olmamıştır. Hiç bir esnaf da
Fehmi Çavuş’tan şikayetçi değil. Kimseye küsmedi, kimseyi incitmedi.
Onun hayatından bazı kesitler aldık.

Fehmi Çavuş ilçemizin nüktedan simalarındandır. Birisine bir muziplik yapacak ise zamanını iyi belirler, hiç bir masraf ve zahmetten de kaçınmazdı. Yirik Bekir'in dükkanın
(Saylıkların dükkanın karşısına) önüne bir gün bir kamyon yanaşır. Birkaç kişi hemen
inerler beş altı torba çimento indirirler. Kamyonun köşesinde bulunan kumu da orada bulu-
nan bir köşeye indirmeye başlarlar. İçerden Bekir Turan çıraklarına, “Dışarıda neler oluyor
ne yapıyorlar öyle?” diye sorar.
Çırak:
-Bekir amca Fehmi Çavuş ve adamları bir büfe indiriyorlar der.Bekir Turan dışarı çıkar.
-Fehmi ne bu.
Fehmi Çavuş:
-Bekir Bey bu kulübe. Belediye başkanı burayı tarif etti. Şu boşluğa bunu koyacağız. der,
ve adamlarına da kumu fazla yaymayın kulübeyi şöyle indirelim falan, der. Fehmi Çavuş'un
adamları: “Emredersin amirim. Tamam amirim.” falan diye emir komutaya dikkat ederler.
Söylenenleri harfiyen yerine getirirler.
Bekir Turan:
-Ne olacak bu.
Fehmi Çavuş:
-Zabıta kulübesi olacak, der.
Bekir Turan, bakar ki bunlar ciddi. Hakikaten büfeyi buraya koyacaklar. Bekir Turan’ın siniri artar. Dükkanının önüne bir kulübe konacak.
-Len Fehmi ben burayı kaça kiraladım, biliyor musun? Senin kulübenin de, belediyenin de,
zabıtanın da,..... Vallahi büfeni buraya koydurmam. der. Fehmi Çavuş'a söver bağırır.
Fehmi Çavuş:
-Bekir Bey ben görevdeyim, lütfen konuşmalarınıza dikkat edin. Belediye başkanı emretti.
Biz de emrini yerine getiriyoruz. Bir derdin varsa git başkana anlat, der.
Fehmi Çavuş ve Bekir Turan uzun uzun tartışırlar. Fehmi Çavuş hep Bekir Turan'ın damarına basar. Onu bir güzel sinirlendirir sövdürür. Bekir Turan Belediye başkanına derdini anlatmak için çok hiddetli ve sinirli bir şekilde çıkar. Belediye başkanının yanında dışardan misafirleri vardır.
Fakat Bekir Turan hiç oralı olmaz.,
“Başkan, o ne kulübesi, ne olacak, başka yer bulamadın mı kulübe koyacak....?
Başkan önce bakar, “Bekir Bey, bir dakika, şöyle oturun. Nedir mesele?” der.
Bekir Turan anlatır. Belediye başkanı da anlar ki bu olay Fehmi Çavuş'un başının altından çıkan bir muzip hadise olduğunun farkına varır ve Bekir Bey’e ''Hallederiz sakin olun,hele bir oturun bir şeyler için"der. Bekir Turan sinirlidir. Belediye başkanının misafirlerinin yanında bağırır çağırır. Durmadan söver. Ama bu esnada Fehmi Çavuş'un adamları büfeyi tekrar kamyona yerleştirir. Çimentoları ve kumu tekrar kamyona yükler ve gider. Sonradan anlaşılır ki Bekir Turan’ın önüne konacak kulübe itfaiyenin önüne konur.
Ne şaka ama. İtfaiyenin önüne konacak bir kulübe ve sanayiden itfaiyeye giderken yolda bu mizansen planlanır. Beş altı torba çimento yükle indir. Bir at arabası fazlaca kum yükle indir. Kamyon, dar sokaklardan Bekir Turan'ın önüne gelsin sadece bir şaka için bu zahmeti şimdi kim çeker.

Fehmi Çavuş bir gün Ekinovalı Mustafa (rahmetli) Atatürk, lakaplı vatandaştan Ramazan
günlerini satın almak ister.Bir arkadaşı ile Ekinovalı Mustafaya derler ki:
“Ramazan günlerinde Sandıklı’ya gelmeyeceksin. Kimseden para istemeyeceksin. Biz sana
İstediğin, topladığın parayı peş verelim.” derler. Pazarlık ederler.Ekinovalı Mustafa önce hayır
der. Fehmi Çavuş ve arkadaşı ısrar ederler. Ramazanı bize sat. Ama kimseden para alma,
isteme. Bak biz sana toplayacağın parayı veriyoruz. Pazarlık uzar. Ekinovalı Mustafa sonun-
da, “Verin parayı tamam gelmeyecem.” der. Fehmi Çavuş’un arkadaşı, Ekinovalı Mustafa'ya
Sandıklı’ya gelmeyince ne yapacaksın, der. Ekinovalı Mustafa: “Anasına satan ben de Dinar'a,
Afyon'a giderim.” der. Fehmi Çavuş bakar. Bunun neresi deli? Benim aklıma gelmezdi bu fikir.”
der.
Fehmi Çavuş, yine Ekinovalı Mustafa’nın elbiselerinin pejmürde olduğunu görünce ona
takım elbise almak ister. Ekinovalı Mustafa'ya derki:
-Gel sana güzel takım elbise alalım. Şöyle bir güzel giyin anasını satayım, der.
Ekinovalı Mustafa’nın cevabı ilginçtir. “Takım elbise giyersem herkes beni zengin sanır. Hiç kimse bana para vermez. Ben takım elbise giymem onun parasını verin. Sandıklı’nın zenginleri birer milyar verse ne olacak sanki.”der.
Bekir Turan'ın dışarıdan misafirleri vardır. Onlara sac eti ikram etmek ister. Tokmağın fırına sac için nevaleleri gönderir. Tokmak Ali'ye, misafirleri olduğunu sac etini özenle pişirmesini pişince gönderdiği adama vermesini söyler. Durumdan haber alan Fehmi Çavuş ve arka-
daşı fırını takibe alırlar. Sac yemeği pişince Fehmi Çavuş, Tokmak Ali'yi alır bir hizmete götü-
rür. Arkadaşı da fırına gelir. Doksanın Halil'den sacı Bekir Turan'ın adını vererek sac etini alır
gider. Yemeği alan Fehmi Çavuş’un arkadaşı, Fehmi Çavuş’u köşede bekler. Fehmi Çavuş
gelince Karacaören'de bir bahçeye giderler ve orada sac etini bir güzel yerler. Bekir Turan,
Tokmak Ali'ye adamını gönderir. Saç etini getirmesini söyler. Tokmak Ali sacın gittiğini söyler.Bekir Turan koşa koşa fırına gelir. Tokmak Ali'ye durumu sorar. Tokmak Ali:
- Ben Fehmi Çavuş’la bir hizmete gitmiştim Halil sacı senin adamına vermiş, der.
Bekir Turan, kime verdin diye sorunca, Doksan Halil, falana verdim; kapının eşikliğinde falan vardı, der.
Bekir Turan durumu anlar. Yumurtacı Mehmet Amca’dan bir sepet yumurta alır. Sepeti getireyim, der.Karacaören’e yola çıkar. Bahçeye varır. Bakar ki sac bitmiş. Yumurtaları Fehmi
Çavuş ve arkadaşının üzerlerinde kırarlar. Üzerleri yumurta ile kirlenen Fehmi Çavuş ve ar-
kadaşları UÇURUMUN KENARINDA DA OLSAN SIRF HAYATA GICIKLIK OLSUN DİYE GÜLÜMSE fikri ile devamlı gülerler. Bekir Turan'ı iyice çileden çıkarırlar. Önemli olan Bekir Turan'ı kızdırmak ve zor durumda bırakmaktır. Bu şakalardan sonra yine arkadaşlıkları devam eder. Karacaören’den dönerler. Bekir Turan’ın dükkana gelirler ve ''Bekir yemeği yedik, şimdi de bir kahve ısmarla da güzelce içelim artık.'' derler.
Bekir Turan'ın cevabı malum:
-Len deyuslar bana yeniden yemek yaptırıyorsunuz. Valla davetli değilsiniz. Gelmen der....

Bir gün Bekir Turan, Sinan Ali, Dr.Ahmet, Fahrettin Abi, Avinli Hasan, Tokmak Ali, vs.
altı yedi kişi ferfine verirler. Fakat Fehmi Çavuş'a haber vermezler. Fehmi Çavuş, haber alır
bir arkadaşı ile gelir. Bakar ki arkadaşları sacın başına oturmuşlar, boğaz harbi ediyorlar.
Fehmi Çavuş der ki:
-Len ben de Fehmi isem bu yemeği size zehir etmez isem....der.
Kapıyı açar fırına girer. Tezgahın ortasında yemek yiyen sacın başındaki arkadaşları bakarlar, Fehmi Çavuş buyur etmezler. Fırının yukarı çıkılan merdiveninden, Asım ağır ağır inmektedir. Fehmi Çavuş cebinden 50 lira çıkarır Asım'a gösterir.
“Atla jo” der. Asım, Tokmak Ali' nin merdivenlerden tezgahın ortasına, tam sacın içine atlar.
Yemeğin yağları etrafa sıçrar. Herkesin üzeri yağ olur. Bekir Turan'ın tavrını siz tahmin
edin. Orada bulunanlar Fehmi Çavuş'a her şeyi derler. Fırının önünde yemek yiyen Emin
Ustanın Hasan Amca:
“Fehmi ne yaptın. Yemeğin içine ettin. Bunun nevalesini ben hazırlamıştım.” der. Fehmi Çavuş bakar. “Kambersiz düğün olmayacağını hala anlamadınız mı? der.

Fehmi Çavuş'a, eniştesi Dinar Caddesi’ndeki arsanın parasını al, diye telefon eder. Fehmi
Çavuş, avukattan 750.000.000.TL. parayı alır. Günlerden pazartesidir. Fehmi Çavuş, gazeteye sarılı para ile Etçi’nin dükkanının yanına, Bekir Turan’ın dükkanın karşısına gelir. Paraları
gazete kağıdından çıkarır masaya serer.
‘‘Hayra ödüç para verilir! Hayra ödünç para verilir!’’ diye, bağırır. Bekir Turan'ın, o gün yatacak parası vardır. İstese, bir şey der, diye istemez ama paraya sıkışıktır. Gelen geçen, Fehmi Çavuş’a bakar, ama kimse bir şey anlayamaz ‘‘Hayra ödünç para verilir! Zamanında geri vermek üzere hayra ödünç para verilir!’’ diye, bağırır. Bekir Turan, Fehmi Çavuş'u gözetlemektedir. Fehmi Çavuş on beş yirmi dakika sonra parayı tekrar gazeteye sarar. Etçi’nin dükkanına yönelir. Bekir Turan bir şişe ispirtoyu alır koşar; Fehmi Çavuş’un üzerine Etçi’nin dükkanın eşikliğinde döker. Çakmağı alır tam yakacak iken bir köylü Bekir Turan’ı tutar. Fehmi Çavuş döner bakar ki Bekir Turan. Bir şey diyemez Bekir Turan Fehmi Çavuş’a derki:
-Para ile ne caga satıp duruyorsun lan.

Fehmi Çavuş ve arkadaşları Karacaoğlan’da (kaplıcaya dönüşteki kırcı benzinlik) eğlenmeye giderler. Muhabbet kırıla gider. Fehmi Çavuş Tokmak Ali'ye takılır durur. Tokmak Ali resmi elbiseli olduğundan Fehmi Çavuş'a kızar.
‘‘Fehmi Fehmi, amirliğin burada sökmez.Her yere resmi elbise ile de gidilmez.’’der. Ve zabıta
amiri şapkasını yere atar. Fehmi Çavuş'ta Tokmak Ali'yi havuza atar. Sonra arkadaşları ile çıkarır. Derki:
‘‘Len biz seni havuza attıksa ıslan mı dedik. Ne bu sırıl sıklamsın.’’der ve yanına oturur.
Meret şişede durduğu gibi durmaz, ama kavga yok, kızma yok, dedikodu yok, mesele uzamaz. Sadece küçük bir şaka. Yine beraber döner gelirler.

Yazımızda adı geçenleri, kastettiğimiz kişileri bir çoğumuz tanır. Onların her hareketi
muzipti. Onlar her gün bir birlerine şaka yapmadan akşam olmazdı. Akşamsa, sabah olmazdı. Biz onların argoya biraz uzak taraflarını kaleme aldık. Onları şiirleştiren paşamız bakın
ne diyor.
Delisiyle, akıllısıyla bir hoştur.
Fazla anlatmaya da pek gerek yoktur.
Ne söylersem artık hepsi boştur.
Her şeyi anlatmak zaten zordur.
Sonunu çabuk getir, haydi coştur.
Renkli kişileriyle de güzeldir SANDIKLI!....

Uzun çarşı HASAN ALİ'nin naralarıyla çınlıyor.
Pazar yerleri ALOS'un manileriyle inliyor.
Kahvelerde herkes FEHMİ ÇAVUŞ'un hikayelerini dinliyor.
Hala herkes YİRİK BEKİR'in deyişlerini belliyor.
Hastalar da DOKTOR AHMET'i bekliyor.
Tüm insanlarıyla güzeldir SANDIKLI

Em.Korgeneral Hasan KUNDAKÇI (Diyarbakır -1995)
Şimdi insanlarımız televizyonlarda başkalarının şakalarına gülüyorlar. Hatta her şaka,
izleyenlere gülünç bile gelmiyor. Şu televizyon çıkalı şakaların güldürü tarafı da nezeldi. Eskiden
ne insanlar yaşadı. Her hayat bir hikayedir. Ama onlar gittiler. Ruhları şad olsun.

Fotoğraf: Gelininden alındı.



GÖNÜL DOSTUNU BİLİR


Seçim zamanıdır. Bir esnafımıza adaylardan birisi; ekibiyle, partilileriyle beraber ziyarete gelirler.
Esnafımız gelenlere gerekli hürmet ve saygıyı gösterir. İkramda bulunmak ister. Aday ve yanındakiler, “Abi malumlarınız adayız, biz şöyle dolanıyorduk. Esnafımızı ziyaret ediyoruz. Sizlerin de desteklerini bekliyoruz.” deyince.
Bizim esnaf ağabeyimiz.
‘’Gönül dostunu bilir siz hiç merak etmeyin. İşinize bakın bizden yanlı terettüd olmasın.’’ der.
Gelen partililer memnun olur, gönül hoşluğu içinde ayrılırlar.
Aynı gün bir saat veya biraz sonra bir başka partililer gelir.
Selamdan sonra, kelam. “Abi biz de bu seçimlerde adayız. İnşallah desteklerinizi bekliyoruz.” derler. Esnafımız yine ilgi alaka gösterir, bir şeyler ikram etmek istediğini söyleyince, “Abi seçimlerde adayız malum desteklerinizi bekliyoruz.” diyerek ikinci bir defa destek ister. Esnafımız ‘’Siz müsterih olun, gönül dostunu bilir. Biz gideceğimiz yeri biliriz. Gönüller bir gönüller bir.’’ diye cevap verir.
İkinci gelen partililer de , “Bu adam sağlam, bizden.” der. Gönül rahatlığıyla dükkân dan ayrılırlar. Derken ikindi vakti civarı, bir başka partililer, gezerken aynı esnaf abiye uğrarlar. Selamlaştıktan sonra, esnafımız yine izzet ikram ve hürmette kusur etmez. Aday:
“ Abi bu seçimlerde artık bize destek olursun. Bu sefer desteklerini bekliyoruz.” diye Açıktan destek ister. Esnaf ağabeyimiz ‘’Vay evladım, siz hiç merak etmeyin. Bunca zamandır hukukumuz var. Gönül dostunu bilir. Sen hiç bizden yanlı tasalanma. O iş tamam.’’ der. Aday işittiklerinden memnun olur ve içleri sevinç dolarak dükkândan ayrılırlar.
Partililer geldiğinde dükkân komşusu hep kapının eşiğinde oradadır. Konuşulanları da duymuştur. Komşusunun adaylara hep aynı cevabı vermesine hayret ederek, “Komşu sende de amma gönül varmış hepsini içine aldı. İyi de gelenlerin hepsi de gönül dostu çıktı. İşin zor valla.”

HAMAMCI KAZIM AĞA

Kazım Ağa işiyle uğraşmaktadır. Birisi gelir. ‘‘Kazım Ağa, dükkân alacam.’’ der.
Kazım Ağa, hem işiyle uğraşır hem de soru sorana ''köşeden'' diye cevap verirdi.
Adam anlamaz tekrar, “Dükkân alacam” der. Yine aynı şekilde cevap verir.
3. kez tekrar aynı soruyu sorana döner.
‘‘Cevap verdim ya’’ der. Adam bakar, dükkân köşede değil, ‘‘Eh madem yanından olsun.’’ der.
Kazım Ağa hakkını arar, aynı zamanda malın da iyisini seçerdi.
Çok sık olarak da:
‘Âlim ile sohbet etmek inci mercan çizdirir. Cahil ile ülfet etmek, mafazan Allah iman incitir’’der. Bir de,‘‘olacak olur, ölecek ölür, çare naçar. Kalbini ister geniş tut, İster
dar. İnsan olana sadakat kar. Doğruların yardımcısıdır Hz. Allah’’ derdi.

Kazım Ağa'nın hiç mevlit okutmadığı bunun yerine mutat aralıklarla et, pirinç, şeker, çay,
zeytin vs. iyisinden paket hazırlar, tespit ettiği şahısların evine gönderirdi.
Kazım Ağa kendisine “Adama belki de para gerek, para versene “diye takılan kişilere,
‘‘Çığara parası yok. Kahvede oyun parası da yok. Herkes evinde çoluk çocuk yesin.’’derdi.

Kazım Ağa niye mevlit okutmuyorsun. Diyenlere, ‘‘Mevlide eş dost akrabalar çağrılıyor. Fakir çağrılmıyor. Çağrılsa da onlara eşiklik gösteriliyor. Zengin ise evinde de et yiyor. Mevlit dost gönülleme işi oluyor. Bırakın mevlit okutmuyor, deyiversinler umurumda mı sanki?’’ derdi.

Hamamcı Kazım’ın iki çekmecesi vardı. Biri eski ve bozuk paralarını koyduğu masasının
çekmecesi, diğeri ise yeni ve büyük paralarını destelediği minderinin altıymış. Ara sıra minderin altındaki çekmeceyi çeker paraları sayar. ‘‘Ulan! Allah desem haşa, peygamber desem haşa, parasız da olmuyor ki muzurlar.” diye mırıldanırmış.
Hamamcı Kazım hazır cevap. Aynı zamanda da oturaklı cevaplar verirdi. Kendisi nüktedandı.
Büyüklerimiz Hamamcı Kazım Ağa’yı, Kazım Tokmak'ı iyi tanırlar. Onun sözleri toplansa kitap olurdu. Birçok yerde hala onun hikâyeleri kullanılır, anlatılır.
Tevellüdü 1319 (1903) olan Kazım Tokmak 1982 Martı’nda vefat etti. Hamamcı Kazım Ağa’nın hayatından sadece bir kesit aldık. O şimdi aramızda değil. Ama günahıyla, sevabıyla toplumda iz bırakanlardan biridir.
Geçmiş zaman olur ki hayali, cihana değer
Allah Rahmet eylesin....


HAMAMCI KAZIM KISSALARI


Esnafın İncelikleri
Hamamcı Kazım Ağa’nın hamamına her gün sabahtan bir vatandaşımız gelir. Banyo yapar,
işine öyle giderdi. Uzun zamandır bu adam hamama her gün gelir banyo yapar. İstisnasız ama
her gün gelirdi. Yine bir gün banyo yapar. Kurulanır giyinir tam kapıdan çıkacakken cebinde
parayı bulamaz. Parayı yanına almayı unutmuştur. Geri döner ceplerini arar tekrar ama
parası yanında değildir. Tekrar geri döner oturur, bir tanıdık gelir mi diye. Ama kısa zamanda
kimse hamama sabahın o erken saatinde gelmez. Gelenleri de vatandaşımız tanımaz.
Hamamcı Kazım durumu fark eder ve sorar:
—Biraderim hayrola bir durum mu var?
Vatandaşımız utanır, sıkılır ama parasını evde unuttuğunu söylemek zorundadır.
Korkar. Hamamcı Kazım Ağa okkalı bir laf ederse. Paran yoktu ne işin var hamamda, falan diye bir şey söylerse gücüme gider diye de sıkıntılıdır. Ama çaresiz durumu anlatır.
—Kazım Amca parayı yanıma almayı unutmuşum. Yarın bu günkü hamam ücreti ile beraber
ikisini birlikte ödesem olur mu? İnan ki parayı yanıma almayı unutmuşum.
Hamamcı Kazım Ağa:
—Evladım niye sıkılıyorsun tabii ki olur. Yorma kendini hadi işine bak.
Vatandaşımız:
-Sağol Kazım Ağa. Yarım ikisini beraber getiririm.
Hamamcı Kazım Ağa:
- Tamam. tamam, der.
Fakat vatandaşımız üzgündür. Nasıl böyle boşta bulundum, ayıp oldu diye. Bir sonraki gün
hatta, üç hafta kadar hamama utancından gidemez. Hamamcı Kazım merak eder. Benim
hamama hergün birisi geliyordu. Bir gün parasız olunca ondan sonra gelmedi. Niye gelmiyor
ki? diye söylenir. Merakı iyice artınca. Hamamda yanında çalışan İbrahim Amca’yı çağırır.
“İbrahim ben birini arayacağım. Mücüreye sahip ol.” der. Çarşıyı dolaşır aradığını bulamaz.
Bir gün sonra tekrar çarşıyı karış karış dolaşır yine bulamaz. Üçüncü gün yine başlar, çarşıyı
defalarca dolaşır. Üçüncü gün ikindi vakti karşı kaldırımda görür. Hemen yanına koşar varır.
“Bi dakka bi dakka” der. Her gün hamama giden vatandaşımız döner bakar ki Hamamcı Kazım Ağa. Vatandaşımızın yüzü kızarır renkten renge girer. Yutkunur, bir şey diyemez. Çünkü bir günlük hamam borcu vardır. Sıkıla sıkıla der ki.
—Buyur Kazım Amca.
Hamamcı Kazım:
—Oğlum, senin bana hamam borcun yok. Şu da hamam paran (yaklaşık yirmi günlük hamam
parası) bunu al. Yalnız sen benim hamama her gün geleceksin. Hiç gellmemezlik olur mu?
Vatandaşımız paraya bakar. Almak istemez. Hamamcı Kazım Ağa ısrar eder. Zorla parayı
verir. “Oğlum insanlık hali tabii ki parayı evde unutabilirsin. Ama sen benim hamamın uğurusun.” der. Vatandaşımız parayı alır. Kazım Amca’ya:
-Özür dilerim. Hamama gelecektim ama parasızlıktan utandım gelemedim. Bundan sonra
tabi geleceğim. Temizlik imandandır. der. ve ayrılırlar.
Hamamcı Kazım rahatlamıştır. İşine giderken Balkanın Mehmet Amca’ya uğrar.
-Mehmet, kahveleri söyle artık. Uzun zamandır kafama takılan bir meseleyi hallettim. der.
Balkanın Mehmet Amca sorar. Nedir mesele? Hamamcı Kazım, olayı başından anlatır .
Balkanın Mehmet Amca üste verdiği parayı anlamaz.
“Madem onun sana borcu vardı, niye üste para verdin? Hamamcı Kazım ilginç bir cevap verir.
-Len Mehmet anlasana, Ben ona yirmi günlük hamam parası verdik ya... Artık yirmi günden
sonra yine sağmaya başlayacağız, devamlı damlayacak. Anladın mı?
‘'Bir müşteri kaybeden bir servet kaybetmiş demektir.''


Bir zat-ı muhterem, evini satılığa çıkarır. Uzun zaman satamaz. Arkadaşı Hamamcı
Kazım Ağa'ya gelir, durumunu anlatır. Hamamcı Kazım Ağa anahtarı ister. Sen müşteri gelince bana gönder, der. Evin ne fiyatlarda satılacağı hususunu görüşür, ayrılırlar. Birkaç hafta geçer veya geçmez bir müşteri gelir. Kazım Ağa, filan mevkide satılık bir ev varmış. Sen ilgileniyormuşsun, doğrumu diye sorar. Kazım Ağa, “Evet ben ilgileniyorum, alıcı mısın?” diye sorar.
Adam, “Tabi Kazım Ağa anlaşırsam alırım, parada mutabık kalırsam niye almayayım?” der.
“Tamam aslanım ikindine doğru gel. Bende anahtarı getireyim. Beraber eve gider bakarız,
tamam mı?” der, anlaşırlar. Hamamcı Kazım'ın yanında çalışan şahıs merak eder, sorar.
“Kazım Ağa anahtar yanında idi niye adamı ikindin gel diye geri gönderiyorsun?” diye. Kazım Ağa. “Oğlum sonra sor.” diye cevaplar.Adam, Kazım Ağa’nın yanına ikindi vakti gelir. Selam verir. Hamamcı Kazım, hemen ayağa kalkar. “Geldin mi? Hadi gidelim. Şu işi halledelim.” der ve eve bakmaya giderler. Anahtar ile kapıyı açar içeri girer. Odalara bakarlar, aşağı yukarı iyice inceler. Bu esnada da evin avantajları ve dezavantajları, çarşıya yakınlığı hakkında muhabbet ederler. Adam güneş giriyor. Her yer aydınlık. Ev hoşuma gitti, Kazım Ağa, der. Para da pazarlık ederler. Fazla uzun sürmeden pazarlığı da bitirirler. Kazım Ağa oğlum şu nüfus cüzdanı, git muameleyi yap biz gelir imzalarız. Tamam mı? Şu paraların da ucunu bi görelim gayim. Paramızı da alalım da, hayırlı olsun diyelim mi? der. Adam, Kazım Ağa ben hamama geleyim der ve evden çıkarlar. Üç çeyrek vakitte adam gelir. Hamamcı Kazım Amca'ya parayı sayar verir. Kazım Ağa bak aslanım git muameleleri yaptır. Masrafına karışmam. Çünkü geleneklerimizde harçları, vergileri alan yatırıyor değil mi? der. Adam, tamam Kazım Ağa onlar küçük iş. Deyince küçük paralar büyük alışverişleri engellemesin de, der çaylarını içerler, ayrılırlar.
Kazım Ağa’nın yanındaki şahıs yine duramaz. “Kazım Ağa, nasıl oldu?” diye sorar.
Muamele yarın, yarın konuşalım der. Bir gün sonra Ferah verilir. Tekrar hamama gelirler.
Çaylar içilir. Muhabbet edilir. Karşılıklı hayırlı olsun denir. Kazım Ağa ev sahibinin parasını
verir. O da hamamdan ayrılır. Kazım Ağa’nın yanındaki vatandaş artık dayanamaz.
“Eeee..! Kazım Ağa yine nettin?” deyince. “Gel aslanım” der yanına çağırır. “Bak oğlum, bu ev kuz. Bu adam sabahtan gelse ev güneş görmüyor. Karanlıkta sabah eve gitseydik bu
alış veriş olmazdı. 0 adam da ev sahibi olmazdı. Zaten parası da başka yere yetmezdi. Satan da evini satamazdı değil mi aslanım? Bu işte biz birini ev sahibi, birini para sahibi ettik.
Bu işten de mutlu olduk. Bir menfaatimiz oldu mu?.İnsanları en büyük mutluluğu akıllarını doğru kullanmayı öğrenmeleridir.” der.

Hamamcı Kazım Ağa’nın akrabası dokuz bin liraya bir tarla satmıştır. Hamamcı Kazım,
hamama gerekli olan odunu fazlasıyla almış depolamıştır. Hamamda kullanılan havlu takımlarını da yenilemiş durumdadır. Elektrik su paraları da o ay ödenmiştir. Hamama ait ödemeler uzun zaman yoktur. Kazım Ağa akrabasına bir gün der ki. “Ben doktora muayeneye
gideceğim. Bir kaç gün şu mücürede oturur musun?” diye sorar. Hamama bakıvermesi için
rica da bulunur. Akrabası zaten çok vaktini orada geçirdiğinden olur der. Hamamcı Kazım on
gün falan hamama uğramaz. Bu esnada hamamın geliri ile mücüre dolar taşar. Akraba olan
şahıs kendi kendine ''Len bu hamam iyi para kazanıyor.” diye içinden söylenir. Kazım Ağa on
günden sonra hamama gelir. Durumu sorar. Akrabasına “Benim işim bitmedi biraz daha gelemeyeceğim. bi on gün kadar daha durur musun?” diye rica eder. Akrabası olur deyince çıkar, gider. İkinci on gün veya iki hafta sonra tekrar gelir.
Hamam çalıştırmaktan bıkkın bir tavır sergiler. Rahatsızlığını anlatır. Hamamı devredeceğini belirtir. Bunu duyan akrabası zaten bu işe ısınmıştır. İşi de sevmiştir. Zaten yeni tarla satmış parası da vardır. Kazım Ağa’nın sözlerini kendine teklif olarak kabul eder ve Kazım Ağa’ya, “Kazım Ağa, sen bu hamamı bana kiraya versene madem.” der. Kazım Ağa: Niye olmasın, hem ele gitmemiş olur.” der. Anlaşırlar. Kazım Ağa akrabasının tarla parasını alır. Hesabı görürler. Kazım Ağa hayırlı olsun der, ayrılır. Hamamda bir müddet sonra odun biter, havlular yıkanması gerekecektir. Sabun deterjan, su, elektrik giderleri gelir. Biriken para ödemelere anca yeter. Hamamı kiralayan şahıs dört beş aylık olunca durumu anca fark eder.
'' Valla bizim tarla parası hamam kirası olarak çıkacak, yoksa oyuna mı geldik?” diye hayıflanır. İnsanların çoğunu üzen, ellerinde az para olması değil, ellerindeki parayı sarf etmesini bilmeyişleridir. Paranın kullanılması, kazanılmasından daha zahmetli bir iştir.



Bağ-Kur yasasının çıkıp esnafın ilk primlerini yatırdığı senelerde, primler üç aydan üç aya 156 lira yatırılıyordu. İlk kanun: Belli bir yaşın üzerindekilere10 sene borçlanma yaptılar. Beş senede prim yatırıp emekli oldular. İşte bu zamanlar da rahmetli Kazı Ağa Halk Bankası’na varır. Halk Bankası o zamanlar eski yerindedir.
Üç aylık Bağ-Kur primini yatıracaktır. Parayı yatırırken aklına hinlik gelir. Banka personeline eğilir ve derki. “Bağ-Kur primini yatır yatır bir şey olmuyor. Emeklilik nasıl olacak? Yatırdığımız para nereye gidiyor? Kime yarıyor? Acaba dedikleri gibi emekli olabilecek miyiz? Yatırdığı paralar o zaman Kazım Ağa’ya ağır geliyor. Bir de gazetelerde Bağ-Kur’un sermayesi beş milyon TL’yi aştı diye, yazılar görmektedir. Düşünürken merak eder bankacı bayan memureye
-Kızım ben ne zaman emekli olacağım? Çürük tahtaya çivi çakılmaz,ama ben bu Bağ-Kur’ dan bir şey anlamadım.
Hamamcı Kazım Amca’yı iyi tanıyanlardandır.Ona bir cevap vermesi gerektiğinde Kazım Amca’ya şöyle bir bakar Kazım Amca sakin,onun muzip olduğunu bildiğinden takılmak ister.
-Ölünce Kazım Amca ölünce, der.
-Aman kızım ben ölünce paralar, emeklilik ne olacak?
-Kazım Amca ölünce hemen emekli ederler.
-Ben emekli paramı nasıl alacam?
-Merak etme Kazım Amca ben getiririm.
-Nereye kızım?
-Mezara Kazım Amca mezara.
-Aman kızım, unutma. Belki orada bir şeylere lazım olur. Mezarda adresimiz çok basit.Girişten sol tarafta yol üstünde.
-Unutmam Kazım Amca unutmam.Sen müsterih ol.Adresi de bulurum.Parayı da sana ulaştırırım, der.
Bankadaki memure daktilo ile Kazım Amca’nın makbuzunu yazmış.Kazım amca’ya verirken parayı ister.Kazım Amca:
-Kızım siz emeklilik için para ödemiyorsunuz ki.
Bankacı:
-Biz peşin ödüyoruz.Maaşlarımızdan kesiyorlar Kazım Amca.
Kazım amca biraz duraklar.Eğilir bankın önündeki delikten kıza bakar.O kesintiden senin haberin bile yok der ve ekler.”Valla kızım kesilen parayı ödeseler üç aydan üç aya falan bankaya yatırın deselerdi sen o zaman beni anlardın”.Ödemek o zaman senin de zoruna giderdi.

Bağ-Kur affı söylentileri bu günlerde herkesin dilinde.Milletvekilleri ,gazeteler söylentileri dile getirmektedir.Görülüyor ki o zamanlarda da esnaf Bağ-Kur primini yatırırken zorlanmaktadır.Bir çok esnaf Bağ-Kur primlerini yatıramamaktadır.Yatıranlar da zorlanmaktadır.Bağ-Kur SSK’ya veya Emekli Sandığı’na benzememektedir.Esnaf Bağ-Kur primini kazanırsa kazancından, kazanamaz ise sermayesinden yatırmaktadır.Ama SSK’ da işveren yatırıyor.Nasıl, ne zorluklarda. Kazanıp da mı yoksa hazırdan mı yatırıyor? İşçi bunu düşünmüyor.Emekli Sandığı’nda ise sadece bordro da kesintiler görülüyor.İlçemizin mizah duayeni Hamamcı Kazım Ağa durumu kıvrak zekası ile ne güzel anlatıyor;
Hamamcı Kazım Ağa’ nın, bildiğimiz sözlerini yeri geldiğinde kaleme almaya çalışacağız.
Nur içinde yat.


HASAN YAVRUCUOĞLU


28/03/1915 doğumlu Hasan Yavrucuoğlu'nun işyeri Ulu Cami’nin karşısındadır. Dükkânı Koca Çeşme’ye bakmaktadır. Hasan Amca dükkânında boş zamanlarında devamlı Kuran-ı Kerim okurdu. Kapının eşiğine koyduğu el sabununu, abdest almaya gelenler izinsiz alır kullanırdı.
Arkadaşları ve sevenleri arasında adı Hasan YAVRU olarak bilinirdi.
Çarşının horozu Ali Osman BOZUYÜK (ALOS) Hasan YAVRU' nun dükkanının önünden geçerken çok zaman 'Hasan Yavru, bi anaç olamadın be' demeden geçmezlerdi.
Hasan Amca çarşının mihenk taşlarından birisi idi. Yaşantısıyla, hal ve tavırlarıyla arkadaşlarına örnek olurdu. O kazancını ceviz, kuru üzüm, fıstık, keçiboynuzu, vs alıp satarak kazanırdı. Aldığı kuru üzümlerin çöpünü ayıklar, fıstıkların iyisini kötüsünü ayıklar cevizlerin içini çıkarmak için kırar temizler, hep iyi kısımlarını satardı.
Zamanında çarşının olmazsa olmazlarından neşe kaynağı Karacaörenli Ali İhsan Amca Hasan Amca’ya bakar bakar. Hasan Amca yine ceviz kırıyor, dayanamaz ;karşısına geçer;
''-Hasana Hasana kırdığın ceviz kırkı geçti.''diyerek takılırdı.
Hasan Amca evinde de sevilen bir eş, sevilen bir baba olmuştur. Dükkân komşusu bir muhabbette Hasan amcayı anlatırken şöyle bahsetti:
“Beş vakit namazını cemaatle kılar. Akşam evine gitti mi? Kapı hemen eşi tarafından açılır. Sabah namazından dönüşü bile buna dâhildir. Rahmetli hiçbir zaman evinin anahtarını taşımazdı.. Oradakiler hayretli gözlerle bakarken Hasan Amca’nın işyerine gelişi akşam eve dönüşü dakika sapmazdı. Hasan Amca olmuş olacakmış hiç kızmaz, sinirlenmez, acele etmezdi. Her zaman karşısındakinin duyacağı ses tonundan fazla yüksek sesle konuşmazdı. Kimseyi kırmaz gücendirmez gayet mütevazı bir hayat yaşadı, şimdiki gençlerin aile hayatına örnek olsun. “dedi.
“Hasan Amca arkadaşları ile muhabbette bir gün Cenabı Allah her esnafa bir kepenklik dükkân çiftçiye de 8/10 dönüm tarla versin. “ demiş. Arkadaşı Hacı Ali der ki;''Yavru niye öyle söylüyorsun esnafa yetecek kadar dükkân, çiftçiye de ekebileceği kadar en az 200/250 dönüm tarla versin.'' diye yavrucuya cevap verir. Herkes Hacı Ali’ ye bakar ve şöyle der:Hacı Ali -Yavru niye bakıyorsun, sen mi veriyorsun, Cenabı Allah’ın hazinesinde yok mu? Versin. Bir kepenklik dükkân ne işe yarar, 3/5 dönüm tarla ile ne olur?İsteyiveriyorsun madem yetecek kadar isteyever deyince, Hasan Yavru bir düşünüp arkadaşını haklı bulunca; Yarab onun dediği gibi der ve oradaki arkadaşları da hep beraber âmin derler.
Hasan Amca sağlam adamdı. Bir kepenklik işyerinden hem evinin iaşesini kazandı, hem de iki oğlunu okutmuştur. Kendisi nur yüzlü orta boylu gözleri pırıl pırıl parlayan etrafına güven veren haktan sapmayan çalışkan bir şahsiyetti.
***
Hasan Amca bir gün müşteriye mal satmaktadır. Satacağı malı terazi gözüne kor diğer terazi gözüne de gramları koyacaktır. Fakat on gramı bulamaz. Terazinin etrafını ararken bir komşusu Hasan'a ne yapıyon deyince. ''Komşu on gramı arıyorum'' der
Komşusu ''Ha Hasan ha göz kararı olsun , göz mizan ,el terazi ne fark eder? Her yanı on gram'' deyince, Hasan amca:
''Ben öyle bilemiyorum. “ diye cevap verir.
***
Hastanemizde genel cerrahi bölümünde Hasan Yavrucuoğlu ve ailesi adına ayrı ayrı tefriş
edilmiş hastane odaları şimdi insanlara hizmet vermektedir. Hastane de ameliyat olanlar ve onu tanıyanlar gözleri dolu olarak hem fatihalar okuyor hem adın yaşıyor be Hasan Yavru demekten kendini alamıyorlar.
Hasan YAVRUCUOĞLU 04/04/1989 Hakk’ın rahmetine kavuşur. Ali ve İbrahim adında iki oğlu vardır.Eşi Zehra Hanım eşinin bir dediğini iki etmeyen nadir ev hanımlarından birisidir. Hasan Amca’nın nerede ne yapacağını ve nerede ne isteyeceğini bilen bir eştir.
Zehra Hanım12/05/2008 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Bu Allah dostu ailenin vefat edenlerine Allah’tan rahmet, hayatta olanlara hayırlı uzun ömürler diliyoruz.
Güzel insan Hasan YAVRU nur içinde yat.
***
İnsanlar vardır; sakin akan bir dere…
İnsanı rahatlatır huzur verir gönüllere.
Yanında olmak başlı başına bir mutluluk
Sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk
(Alıntı)
Yaşamdan
Kısa Kısa Hatıralar
1**
Geçenlerde (Temmuz/Ağustos falan)bir muhabbet esnasında konuştuk Metin Kavaklı arkadaşımın dikkatini çekmiş. Çarşıda bir taksi gelir, işyerinin önünde aracını durdurur, kapıyı kilitler. Arabasını koyduğu işyerinin sahibine bir şey demeden, arabayı işyerinin önüne koymak için izin almadan çeker gider. Üç dört adım ayrılmıştır. Olayı da işyeri sahibi gözlemektedir. Taksi sahibinin izinsiz, arabasını dükkanın önüne koymasına kızar ve

-Araç sabı, araç sabı!
En gibi olmeyo emme.

diyerek araç sahibine seslenir.
Kısa kısa hatıralar


Bir muhabbetten, Metin Kavaklı arkadaşım anlattı. Ulu Cami civarında bir manifatura dükkânına giriyordum. Postacı ile karşılaştık, “Kardeş, şunu iletiversene.” diyerek bir zarf tutuşturdu elime.
Kusura bakma ama zarfın üzerini izinsiz okudum. Aynen şöyle yazıyordu
Sayın:………………………….
Ulu Cami civarı meyid daşı annacı
Sandıklı/Afyon
Şey bu Sandıklılının yazdığı değil emme Sandıklılıya gelen mektupta yazıyordu.


HATIRA 3


Muhabbeti dinleyen Ali Amca, “Mektup dedin de” dedi ve ekledi. “Bizim yanımızda çalışan bir abi vardı. Afyon’da akrabasına mektup yazar postaneye varır. Mektubu atacak ama önünde de birisi mektubuna pul almaktadır. Önündekinin mektup Erzurum’a gidecek.
PTT memuru 25 kuruş alır pulu yapıştırırlar. Adam gider sıra bizim abiye gelir.Kardeş benim mektup Karisere gidecek. Tamam 25 kuruş alayım. Diyen memura tekrar, Kardeş benim mektup Karisere gidecek ti. Tamam 25 kuruş alayım. Bizimki kızar. Kardeş onunki Erzurum’a kadar 25 kuruş ise benim ki şuracık, ananın kül döktüğü meydan da onun ki ta nire benim ki……
PTT memuru bizimkinin lafı bitmeden…
Tamam 25 kuruş hepsi deyince
LEN BENİM MEKTUP Bİ ERZURUMU GEZSİN GELSİN ANASINI SATAN der
Mektubun üzerindeki Afyon’u çizer Erzurum yazar 25 kuruşu da verir.
Pul yapışır memura verir.15 gün sonra adres bilinmiyor kaşeli mektup geri gelince
Bizim adam yine PTT’ye varır. Bu sefer Erzurum’u çizer Afyon yazar. Tekrar 25 kuruşu gönüllü verir. Aynı memur bey amca, oldu mu şimdi? deyince
Oğlum, 25 kuruşa benim mektup Erzurum’u gezdi geldi. Biliyon de mi?”

HOROZ ALİ (ALİ AŞAN)

1983 yılı, 12 Eylül den sonra ilk genel seçimler arefesi idi. Partilerden birisinin amblemi
''Horoz'' Taksinin üzerine monte edilmiş. Son gün Seçim konvoyunun önünden gidiyordu.
Birden önümüze Ali Aşan atıldı.
-Anam atam olsun bu memlekette bir horoz var.
O da benim.
-Bir çöplüğe bir horoz yeter. Var mı ? İtirazınız.
-Nereden buldunuz bu horozu.
-Benim adım HOROZ ALİ. Yiğit namıyla anılır, dedi.
Taksiyi süren arkadaş;”-Valla haklısın, Ali Ağabey çiğneneceksin çekil de gidelim, dedi.
Ali Aşan çekildi. Konvoy devam etti.
Şimdi bir dernek/kooperatif kursak adam bulamayız kayıt etmeye. Kayıt etsek bile faal
olmazlar. Ama Horoz Ali Sivil toplum kuruluşlarında görev almış aldığı görevleri başarıyla tamamlamıştır. Sandıklı Çeliksan Derneğini, Bağ-kur evleri kooperatifini kuranlardandır(Bağ-Kur evleri Kooperatif evleridir). Burada onun emeği çoktur. Yeni Sanayi Sitesi kooperatifinde uzun zaman hizmet etmiştir.
Horoz Ali' nin komşusu Belediye Başkanlığına aday olur. Arkadaşı Ali Aşan'a gelir. Adaylığını anlatır. Oy ister. Ali Aşan Tamam der. Komşu güvenmiştir. Seçimler olur. Başkan adayı olan komşusuna kendilerinin oy kullandıkları sandıktan 2 oy çıkar. Başkan adayı olan komşu Horoz Ali'ye gelir.
“-Oyu kime verdin .”
Horoz Ali Komşu Valla Talla sana verdim, şüphen mi var. Ayıp ediyorsun, biz arkadaşız. Der.
Başkan adayı olan kişi evine gider. Evden, yüksek sesler gelmeye başlayınca.
Horoz Ali, Hanımını komşunun evine gönderir. Hanımına tembihler. Komşu kadınla yarım saat, veya üç çeyrek zaman oturacaksın/misafir olacaksın. Sen onlarla olunca, onlar karıkoca kavga etmezler. Zaman geçince komşu aday arkadaşımda sakinler. Sonra gel der.
Ne incelik ama, değil mi?
Horoz Ali tam bir kulis adamıdır. Kafasına koyduğu doğruları yapan bir yapıya sahiptir.
Yenilgiyi hiç kabullenemez, mücadelesine devam ederdi.
Toplumun sözcülük görevini yapardı. Verilen görevi sonuna kadar başarıyla götürürdü.
Evlatlarına ve çıraklarına karşı her zaman babacan davranır hiçbir zaman el kaldırmazmış..
Horoz Ali Yeni Sanayi Sitesi kooperatifinin ilk kurulduğu günlerde Sandıklıya gelen sanayi bakanını Taşlıbayır'da kooperatif yetkilileri ve kalfa, çıraklarla karşılarlar. Sayın bakanım ben Sanayi sitesi kooperatifi başkanı Ali AŞAN ;”-Hoş geldiniz” der. Elini uzatır. Zamanın Sanayi Bakanı:
“-Hoş bulduk. Nasılsınız der, O da elini uzatır. Ama Horoz Ali Elini geri çekiverir.
“-Sayın Bakamın biz hayır elinizi istiyoruz.” Der. Bakan;“-Bakan eli havada kalmaz.” Der sonra, iki eliyle horoz Ali'nin elini sıkar. Bu devletin eli tabii ki hayır eli olacak der. Bu olay bakanda unutulmayacak hatıra bırakır. Bakan, Sanayi sitesi için gereken kredinin çıkmasına yardımcı olur.
Annesi ve babasının yüzünü hiç görmediği küçük yaşta kaybettiği söylenir. Hiç okula gitme-
diği bilinir. Ali Aşan Arabacı Hamdi ustanın çırağıdır.Daha sonra mesleğini Kaynakçı olarak
devam ettirdi. 1926 doğumlu olan Ali Aşan 1997 martında vefat etmiştir. Mücadeleci bir ha-
yat yaşadı. Onun hayatından günahıyla sevabıyla bir kesit aktardık. Birinci sigara ile geldi,
birinci sigara ile gitti. Nur içinde yatsın.

ÇINAR AMCA

Adamın birinin karnı ağrıyordur. Doktora da gider ilaç kaferaç'ta kullanır ama karın ağrısı bir türlü geçmez. Daha önceleri duyar ki Çınar Amca’nın yazdığı muskalar iyi gelmektedir.
“Ben de giden derdimi anlatan Çınar ağa bağada bi muska yaz deyen çare olsun inşallah.” der.
Çınar Amca’ya gelir.
“Çınara benim karnım ağrıyor.” der
“Çınar Amca, oğlum karnın ağrıyorsa doktora git.” der. “Gittim ilaç falan kar etmedi. Çınara bana muska yaz bakalım.” Deyince. “Karın ağrısına muska olur mu? Nereden çıkardın bunu? Olmaz.” der. Adam birkaç gün sonra yine gelir. “Çınar amca valla karnım ağrıyor. Bana bi muska yaz. Ağrılarım bitsin.” der. Çınar Amca, “Oğlum bi doktora gözük her şey muska ile iyi olmaz. Sen muskalık değilsin.” dese de adam “Çınar’a sen beni ne diye atlatıyon. Yaz bana da bi muska canım. Yazıversene bi muska canım. Niye yazmayon çınar Amca.” der ve üsteler.
Çınar Amca bakıyor adam vaz geçcek gibi değil, yapıştı koy vermiyor. Sonunda yazar bir Arapça muska yazıveriyor.
“Tamam mı? Neden canım diye yazar dürer büker adama verir.
İtikat ayındır. Bu muskayı yanında taşı. İnanıyorsan karnın bundan sonra ağrımaz. İtikat ayımdır. İtikat deveyi kazana insanı mezara götürür.” Deyip vermiştir. Bunu yanından hiç ayırma der. Adam 15 sene muskayı taşır hiç karnı ağrımaz. Adam Çınar Amca’nın nasihatini tuttuğundan musibete uğramaz.Adam 15 seneden sonra muskayı kayıp eder. 15 seneden sonra adamın karnı ağrır. Evi deşt eder. Muskayı bulamazlar. Adam çok uğraşır. Arar arattırır muska bulunmaz. Kaç Çınar Amca’ya varan yeni bir muska yazdıran der.
Ve Çınar Amca’ya gelir. Ama Çınar Amca ölmüştür.
Adam evinde tekrar muskayı arattırır. Dört bucak her yer deşt edilir. Sonunda muska bulunur. Ama üç gün adam ağrıdan zor günler yaşamıştır.
Adam,
-Len nolur ne olmaz. Şu muskadan bir tane daha yazdıranda kayıp mayıp olursa yedek bulunsun, der.
Bir hocaya varır;
-Hocam şu muskanın aynısından bir tane daha yazıversene, der.
Hoca muskayı acar okur.
-Len bu muska falan değil ki, der.
-Küfür yazıyor burada, der hoca.
Adam,
-Muska işte bana iyi geldi 15 senedir karnım ağrımıyor.
Dedikten sonra merak işte sorar.
-Ne yazıvermiş, diye
Hoca muskayı okur.
''Bu herifin karın ağrısı iyi olursa da a…. koyan. İyi olmazsa da a…. koyan neden kendi istedi'' diye yazıyor der. Hoca güler.
Adam mahcup olur ama aklına Çınara gelir. Adam Çnaraya inanmıştır.
İtikat ayımdır. Bu muskayı yanında taşı. İnanıyorsan karnın bundan sonra hiç ağrımaz. İtikat ayımdır tamam mı? İtikat deveyi kazana insanı mezara götürür. Deyip vermiştir.
Burada üç şey var
Adamın inancından mı karnı ağrımıyor? Çınar'a ya inancından mı? Taşıdığı muskadan mı? Karnı ağrımıyor. Neden? Adamın inancından karnı ağrımıyor, Önemli olan inanmak. Adam bir şeye inandı mı psikolojikman iyi olur
Bunlar çok özel şeyler. Muskayı yazan ile muskayı yazdıranı bağlar.

Ana evi tuz taşı
Yalanmayınca doyulmaz


Çınar Amca’nın Dünürcülüğü


Çınar Amca’nın üç kızı, bir oğlu vardır. Burada kızlarının dünürcülüğü anlatalım.
Çocuklar büyüyünce Çınar Amca’ya büyük kızını istemeye, arkadaşları aracı olarak geliyorlar.
“Allah’ın emri peygamberin kavli ile kızını oğlumuza istiyoruz. Bizler münasip gördük Hüseyin‘a
Sizlerde inşallah münasip görürsünüz hayırlısı ile güzel bir düğün yaparız.” derler.
Hüseyin’ a, bakar ki gelenler her iki tarafında yakını merhaba edilen kişiler kırılmayacak şahsiyetler. Oğlanda iyi, mesleği var. Kızın da zamanı ki gelenler var, diyerek
‘’Madem sizler münasip gördünüz bizim içinde münasiptir beyler.” der. Dükkân da çaylar içilir. Muhabbet edilir. Ayrılırlar.Çınar Amca akşam eve gelince. Hanımına münasip bir ara yahu karı kızı verdim. “Bey kime verdin” diye sorar hanımı.
“Leblebici Sarı Mahmut’a verdim. Akşitlerin Sarı Mahmut’a verdim.” der
“Ne iş yaparmış?” der hanımı. “Kıza bakabilecek mi?” diye sorar anası. Çınar Amca tok seslerle emin olarak cevap verir.
“Leblebiyi kavuruyor. Dumanını savuruyor. Kavuzu da kızına yeter hanım.
Merak etme sen.” der. Zamanla görkemli düğünleri olur.Anası kapıdan çıkarken kızına “Allah gördüğünle göçürsün.” diye seslenir.

Gel zaman git zaman...

Sonra öbür kızı istemeye gelirler.Yine her zaman olduğu gibi her iki tarafın çöp çatan arkadaşları Allah’ın emri peygamberimizin kavli ile kızı isterler.
Çınar amca yine aynı şekilde bakar ki ağır şahsiyetler, düşünmeye ne hacet, diyerek kızı sözünü çarşıda verir. Bizim içinde münasiptir, der. Çınar Amca eve gelir. Hanımına yahu karı ortanca kızı verdim. “Bey kime verdin” diye sorar hanımı.
“Hoş gör Ahmet’te Gerdan Beylerin Ahmet Bey’e istiyorlar.”
Çınar amcanın eşi sorar, “Bey kıza bakabilecek mi?”
“Bey kıza bakabilecek mi bu genç?” diye, anadır defalarca sorar işte.
Çınar Amca gayet sakin, “Lan karı, bu kızdan büyükte. Yerde alır gökte satar, ölü tavuk alır satar, yinede kızına bakar.” der.
Onun da görkemli düğünü olur. O da evden ayrılırken anası “Avuçladığın toprak, altın olsun. Allah emeğini yağlı etsin.” diye dualarla uğurlar.

Üçüncü kızı istemeye gelirler.
Yine her zaman olduğu gibi eş dost yakınlar aracıdır. Allah’ın emri peygamberimizin kavli ile kız istenir. Çınar Amca yine aynı şekilde bizim için de münasiptir, der
Çınar Amca eve gelir. Hanımına “Yahu karı küçük kızı da verdim.”
“Bey kime verdin?” diye sorar hanımı.
“Kaynakçı koca Cemal’a isterler.”
Ana işte, kızının geleceğini merakla sorar
“Bey oğlan ne iş yapar? Kızımıza bakabilecek mi? Tanır mısın?”
“Yahu karı valla biyol yanıla biliriz de ha, bilemem Oğlan sanatkâr usta işi rast giderse tamam eğer aksarsa hayatta zoru görür kızımız.”
Ana sormadan edemez.
“Nasıl olur bey.”
“Valla karı kızın eğer şanslı ise prensesler gibi yaşar. Değilse bi de işte o zaman zoru görür. Büyük dağın büyük kışı olur.”
Eeee bey ne edeceğiz bu kızı?”
“Valla karı her halükarda mutlu olsunlar diye vereceğiz, sen müsterih ol.”
Küçük kızında düğünü olur. O da yuvadan uçup giderken anadır derki.
“Doğradığın soğan bal olsun.Cenabı Allah vardığın padişaha şirin göstersin.” diye duacı olur.

Ya sonra

Dedem kızlarını gelin eder. Dedem veya ninem hayatlarını anlatırken bunlar bende iz bıraktı. Şöyle bir geçmişe baktık ki dedem ne dedi ise ayni ile vaki oldu.

Büyük kızın kocası,
Leblebici Mahmut
Leblebiyi kavurdu. Dumanını savurdu. Kavuzu ile evine bal gibi baktı.

Ortanca kızın kocası,
Son zamanlarında Hoş gör Ahmet Dereboyu caddesinde evinin önünde ölü tavuğu sattı ( ölü tavuktan maksat o zamanlar hazır kesilmiş tavuk yoktu.) yine de evine baktı.

Üçüncü kızın kocası
Koca Cemal (Sanayiinin duayenlerinden) de ki halam da zaman zaman prensler gibi yaşadı.
Bazen de büyük dağın kışı da büyük olur misali onlar da zor zamanları da yaşadı.

Eski adamlar bir başka dedemin de çok anıları var. Hepsi nur içinde yatsınlar...
Kaynak: Anlatan ve fotoğrafı veren Halil İbrahim ÇINAR (torunu)


İBRAHİM ELİBOL

01/08/1947 tarihinde çakır mahallesinde dünyaya geldi. Babası Şoför İsmail annesi
Safiye Hanım’dır. 05/06/1971 yılında Sevim hanımla evlenir. 3 kızı, 1 oğlu olur. Elibol, Bele-
diye Encümenliği ile uzun süre Yeni Sanayi Sitesinde yöneticilik yapmış, bir çok çırak, kalfa,
usta yetiştirmiştir.
Rahmetli Elibol sanayiye ilk girdiği yıllarda kullanılmış vida, cıvataları, somunları tek
tek elden geçirir, düzeltir, hatta gazyağı ile temizler tekrar ekonomiye kazandırırdı. Çok ça-
lışkan insandı. En büyük ideali Sandıklı’nın bir sanayi bölgesi olmasını görmektir. Bunun için
var gücü ile mücadele etmiş sanayinin duayenlerindendir.
Elibol Sanayide Tarım Makineleri yapar. Yaptığı tarım makineleri için ilçemizde ilk TSE belgesi alan Elibol’ dur. Yine tarım makinelerini Uluslararası fuarlara götürür. ( Elibol saman makinelerini Cidde fuarında'da sergilemiştir.) İlçemizden tarım makinelerini özellikle Suudi Arabistan'a ithal eden ilk yine Elibol’dur. Saman makineleri Arabistan'a demir yolu ile gönderdiği söylenir.

Elibol nevi şahsına mühasır bir şahsiyettir. Zaman zaman hayata güler zaman zaman
da onunla mücadele ederdi. Ondan bir iki hatıra. Bir gün tarladan bir vatandaş acele acele
Elibol'un dükkana gelir.
- “Merhaba İbrahim abi” der. Ve Tarım makinesi için bir parça sorar. Elibol istenen parçayı
verir. Müşteri;
- “İbrahim abi tarladan geliyorum. Üzerimde para yok. Ben getireyim” der ve gider. Müşteriye adını bile sormaya utanan/çekinen Elibol deftere parçanın bedelini yazar, acele acele tarladan gelen adam, görsem tanırım, diye yazar. Bu adamın kim olduğunu soran muhasebeciye 'Ya tanımıyorum, İbrahim Abi dedi. Ne bileyim. Sarı çizmeli Mehmet Ağa. Ne yapayım” der.

Allah'u alem 1997 kışıdır. Ortalık buzludur. Elibol arkadaşları ile Afyon’dan hasta ziya-
retinden dönerlerken Kocatepe'den Savran'a sallanırlar. Direksiyondaki arkadaşa herkes
ağıır git. Yavaş ol derler. Bu arada Elibol'da '' önemli değil böyle zamanlarda el frenini çe-
kersin araba olduğu yerde durur'' diye takıldığı sırada şoför sıkışır ve el frenini birden çeker.
Araba olduğu yerde topaç gibi döner. Şoför ve diğer arkadaşları heyecandan sırılsıklam ter-
lemiştir. Bakarlar ki pek önemli bir şey yok. Arabayı yola çıkarır, direksiyonu
Elibol'a verirler.
Savran' dan Sandıklı'ya kadar arabayı Elibol getirir. Herkes heyecanlanır korkar. Ama Elibol
devamlı gülmekten kendini alamaz. “Bazen hayata gülüp geçmek lazım” der.

Belediye encümenliği sırasında Elibol ve arkadaşları Umreye giderler. Mekke'de bir vatandaş' da aynı otelde kalacaktır. O vatandaşı kendi koğuşlarına almak istemezler ama o adam Elibol’un koğuşa düşer. Aradan iki gün geçer ama o vatandaşın muhabbeti güzel olduğundan etrafı devamlı dolar. Herkes o adamı dinlemek için onun koğuşuna gelir. İlk önce kimse kendi koğuşuna almak istemediği bu adamı niye biz kendi koğuşumuza almadık diye pişman olur. Elibol’da bir yabancının koğuşlarında olmasını istemez ama sonradan iyi dost olurlar. O adam Elibol'u ziyaret için Sandıklı'ya zaman zaman gelir.
Elibol dükkanın önünde durmaktadır. Dükan'a peçmurde bir vatandaş gelir. Gelen
adamı dilenci sanan Elibol elini cebine atar para vermek ister. Adam Elibol'a selam verip
içeriye girer. Elibol’da arkasından içeri girer. Gelen adam saman makinesi alır. Alış veriş
eder makineyi alıp gider. Elibol ustayı çağırır. Bak usta ben bu adamı dilenci sandım. Para
verecektim elimi cebime attım ama o içeri girince bak alış veriş yaptık. Parasını aldık. İn-
sanlar kıyafetlerine göre karşılanır davranışlarına göre uğurlanır. Parayı biraz erken çıkar-
saydım çok büyük gaf yapacaktım” der.
İbrahim ELİBOL 27/05/1998 tarihinde fabrikanın yeni binasını yaptırırken kaza sonucu vefat etti. Amacımız Sandıklı’mızda taş üstüne taş koyan, mümtaz şahsiyetlerin unutulmayacağını belirtmektir. Bugün rahmetli Elibol ile birkaç anısını hatırlamak ve onu hayırla anmak istedik. Rahmetli İbrahim ELİBOL, arkadaşların, sanayi esnafı, çırak, kalfa ve ustaların, seni, bugün Yasinlerle, Fatihalarla hatırlıyorlar. Ölümünün 8.yılına girerken Rahmetli Elibol'u rahmetle yad ediyoruz. Nur içinde yat. Kabrin cennet olsun.

Jet Hakim
İlçemizden kimler geldi geçti. Bir çoğu unutuldu, bir çoğu bilinmiyor bile, ama bazıları unutulmadı hala hatıraları anlatılır. Onlardan birisi jet hakimdir. Kulakları çınlasın anlattılar biz de yazdık.
Jet hakinim eşi sobanın üstüne semaver, aptırmak ister. Ama semaver büyük olsun ister. Ölçüleri yazar, bakırcılar içine varır. Rahmetli Hüseyin Sallı’nın dükkana girer.
-Bey abi şu ölçülerde semaver istiyorum, der.
Hüseyin Sallı
-Hanım abla bu ölçülerde semaverin içi su dolunca kalkmaz kopmaz. Çok ağır olur. Siz kaldıramazsınız. Bu ölçülerde semaveri ne yapacaksın. Normal semaverin ki katından fazla su alır.
Jet Hakimin Hanımı
-Evet, bu ölçülerde olacak içinden sıcak suyu tasla alacağım. Devamlı sıcak su bulunacak, diye ısrar eder.
Hüseyin Sallı ölçülerin yazılı olduğu kağıdı alır. Bakar bakar..
- Ehh iyi madem. Haftaya bu gün alırsınız olur mu?
Kadın,
-Tamam, der.
Hüseyin Sallı,
-Bayan, bu ölçülerde semaveri mutlaka alacaksınız size özel yapılacak. Almaz iseniz ben onu kime satabilirim?
Kadın
-Aaaaaaaaaa. Tabi alacağım, der ve bakırcı dükkanından ayrılır.
Bir hafta sonra kadın gelir semavere bakar.
-Aaaa pekte büyük olmuş. Biraz küçütsen bey amca.Bunu nasıl kullanam bilemiyorum ki?
Jet hakimin hanımı semaveri beğenmez.
Hüseyin Sallı da,
-Bayan sizin ölçülerinizde bu semaver, diye konuşurken kadın ben hakim hanımıyım dediyse de Hüseyin Sallı bir şey demez.
Kadın gider, daha sonra eşini alır, bakırcı dükkanına gelir.
Jet Hakim:
-Anlat hanım, ne oldu? deyince olayı anlatır.
Jet Hakim bakırcıya döner. Anlat bakalım bakırcı amca der.Hüseyin Sallı da olayı anlatır.Jet hakim eşine döner.
-Ekleyeceğin bir şey var mı hanım? deyince eşi hayır der.
Jet Hakim,eşine döner hanım bu semaveri almalıyız. Sen bu ölçülerde istemişsin bakırcı seni uyarmış büyük olur ne edeceksin diye. Ver parayı alalım şu semaveri ,deyip büyük semaveri alıp gitmişler.
Evet jet Hakim, çok kısa zamanda karar verir. Bir çok dosya, bir iki celse de karara varır. Bundan dolayı ki adından önce jet hakim söylenir. Birçok kişi adını hatırlamakta zorlandı.
**************
Jet Hakim, çalışma ortamında bulunan mesai arkadaşlarının şakalarına iştirak eder. Onlarla hatta çarşıda esnaf ilişkisi sıcaktı. Jet Hakim bir güldü mü koridorlarda ve bahçeden duyulurdu. Gayet açık sözlü idi..
-*-*-**-**-**-*-**-**-*-*
Kızı, erkek arkadaşını ders çalışmak için eve getirmeye başlar. Annesi bir iki bakar ki durum farklı olayı eşine açar. Jet Hakim başını sallar. Aradan birkaç gün geçer. Kızının arkadaşı, yine eve gelir. Kapıyı Jet Hakim açar. Hoş geldiniz, der ve oğlanın omzuna elini kor
-Oğlum benim kızımın eline sürdüğü oje masrafı şu kadar tutuyor. Bir giydiğini bir daha giymiyor. Gezmeyi sever. Hasılı masraflı bir çocuk.Senin gelirin ne ki onunla beraber olmak istiyorsun? Onun masraflarını karşılayacak gelirin var mı? Varsa devam et. Yoksa bu işler boş oğlum, der ve ayrılır.
Oğlan bir daha eve gelmez ve de arkadaşlıkları da son bulur.

*/*/*/*/*/*/*/*/*/*//*/*/*/*/*/*

Jet Hakim bir bayram sonu İstanbul’dan Sandıklı’ya dönmek için Antalya’ya giden otobüsünden bilet alır. Arabanın hareket saati gelir.Hakim bey ve hanımı şoförün arkasında oturmaktadırlar. Şoför gelir muavine, “Tamam mıyız, kontağa basan mı?” der. Ama bu esnada birçok kez esnemiştir. Jet Hakim, bakar ki şoför uykusuz.
-Şoför bey ikinci şoför var mı?. Bak siz uykusuzsunuz, der.
Şoför
-Bir şey olmaz bey amca sen merak etme. diye telkinde bulunsa da on dakika falan yol alınmıştır. Bu esnada bile şoför birkaç kez dalmış, bir kaç kez esnemiştir.
Jet Hakim, aynadan eşine bakar. Eşinin eteğinden teni hiç gözükmez.
Jet Hakim hanımına,
-Hanım Hanım biraz eteğini yukarı çeksene, der.
Hanımı hiç itiraz etmez. Eteğini diz altında biraz yukarı çeker.Şoför durumu gecikmeli de olsa fark eder.Ara sıra aynadan Jet Hakim’in eşinin bacaklarına bakar durur. Jet Hakim eşine
- Bak bizim şoför artık esnemiyor, der. Karşılıklı gülüşürler.
Otobüs Sandıklı’ya gelir. O zaman belediye parkının önünde otobüs durakları vardır. Jet Hakim ve eşi otobüsten inerler. Jet Hakim şoförü çağırır.
-Şoför bey Sandıklı’ya kadar benim hanımın bacaklarına baka baka geldik. Biz burada iniyoruz. Antalya’ya kadar gidebilecek misin? Bak ben Sandıklı’da hakimlik yapıyorum. Söyle yardımcı olayım otobüste 40 yolcu var. Can taşıyorsun evladım, deyince
Şoför bir tuhaf olur, başını öne eğer. Suçlu psikolojisi ile şoför,
-Özür dilerim hakim bey İnan ki giderim, deyince
Jet Hakim
-Madem ki dikkat et, iyi yolculuklar dilerim, der ve ayrılırlar.
-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*--**-
JET HAKİM, adı GÜLTEKİN BULGAZ, Uşak’lı olduğunu biliyoruz. Oğlu müziğe meraklı, kızı çok sevecen birisi idi. Mesai arkadaşları vefat ettiğini söylerken gözleri doldu. Çok dobra birisi idi. Çok neşeli, gülmeyi seven, çabuk karar veren asliye hukuk hakimi idi. Hızlı karar verdiğinden dolayı “Jet” lakabını aldı.
Kimler geldi kimler geçti.
Unutulmayanlar iz bırakanlar bunlar işte.
KADİR ONBAŞI
İlçemizin nüktedan şahıslarından birisi de Kadir Onbaşıdır. Onun hikâyelerini çok yerde okuduğumdan yazmak olmayacak, ama biz kayıtlarda olmayan hatırasını aldık

Kadir Onbaşı’ya hanımı, Hıdrellez yaklaştığında, “Bey bizde bir gün yeşillikte bir yemek yesek.” der.
Kadir Onbaşı eşini kırar mı hiç. Kasaplar içinden bağ ile satılan yoncadan üç bağ alır, gelir. Hanımı mutfakta iken Kadir Onbaşı yoncaları odanın etrafına serer. Sofra yaygısını da hanımı görmeden getirir ortaya serer. Hanımına,
“Hanım sofra tablasını içeri götüreyim mi? deyince kadın,
“Herif başına bir şey mi düştü hayırdır inşallah?” der.
Yemeği alarak içeri gelir.Bakar ki yoncalar etrafta, sofra yaygısı ortada serili. Vesübhanellah bey deyince, Kadir onbaşı:
-Hanım sen yeşillikte yemek yiyelim demedin mi?
-Dediydim..
-Al sana yeşillik.
-Nereye oturacaksan oraya da otur.
*/*/*/*





“Anı yazmak
ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.”


Razıya nine: REDDO


Razıye Nine bir gün Ulu Cami civarından geçerken meyyit taşında bir cenaze görür. Tabutunun üstünde çember vardır. Cenaze yakınları etrafta mahsun mahsun beklemektedir.
Razıye Nine, meyyit taşının başına gelir biraz durur. Elindeki asa ile tabuta vurur. ''Hey arkadaş nereye böyle, Habersiz gitmek var mıydı? Dur hele bakalım. Daha çok konuşacaklarımız vardı. Dertleşecektik hani? Sessiz sedasız gidiyorsun.Böyle vefasızlık olur mu?'' der.
Cenaze yakınları heyecanlanırlar. Konuşmaları da yakinen duyarlar.
Ama müdahale de edemezler
Razıye Nine oradan boynu bükük ve gözyaşlarıyla ayrılır.


KASAP BALYALI


01/03/1933 doğumlu olan Mustafa BALYALI, Balyalı soyadını atalarının Balıkesir'in Balya beldesinden ilçemize 1880 li senelerde geldiğinden dolayı, soyadı kanununda Balyalı soyadını almıştır.

Balyalı İstanbul Küçükçekmece'de kasap çıraklığı, kalfalığı yapar. Kendi nam ve hesabına işyeri açar. Daha sonra Sandıklı’ya döndüğünde işyeri ünvanını, o gün bu gündür
İSTANBUL KASABI olarak koyar. Sandıklı'da bir çok kasap yetiştirmiştir. Mesleğinin disiplinine uyan temiz ve hijyene dikkat eden Balyalı, sucuk imal edeceği zaman işyerinden eve 3-4 gün gitmezdi. Rahmetli 6 ay çalışır. 6 ay evden çıkmazdı ( Cuma namazı hariç). Evinde sülüka (itikafa) girerdi. Kuran okumaya başladığı zaman 3-4 saat Kuran okurdu. Banyoyu çok sever 3-4 saatte banyodan anca çıkardı. Tuvaletten yarım saatte zor çıkardı.

Mehmet Zahit KOTKU' nun müritlerinden olup zikire gittiği yerden bir haftada anca
gelirdi. Rahmetli Balyalı borcuna hassas davranırdı. Alacağına önem vermez ''Alacakla borç
ödenmez'' diyerek düşünürdü.
O, bir iş yanmış yıkılmış, olmuş olmamış, telaşa ve moral bozukluğuna meydan vermeyen,
aksiliklerle mücadele etmesini seven bir tip idi. Çok konuşmayı, malayani konuşmayı ve su-
luluğu sevmezdi. Gayet ciddi dururdu. Birine şaka yapan birini makaraya saran diye düşün-
mezdi. Fakir fukara dostu idi. Kapıya geleni boş çıkarmaz herkesi memnun ederdi.

Sandıklı'da MSP ilk başkanı ve kurucusudur. Milli Gazete müdavimlerindendi. Sağlığının en zor günlerinde bile gazetesini okumaktan geri kalmadı. Amme hizmetlerini çok severdi. Sandıklı Devlet Hastanesi’nin yenileme çalışmalarında bizzat yönetim kurulu içerisinde çalışarak aktif görev almıştır.

12/05/2005 tarihinde vefat etti. Bir erkek bir kız evladı vardı. Arıza yaptığında parçası
bulunmaz, bir tip olan Balyalı meslektaşları arasında sevilen sayılan birisi idi. Balyalı çarşıda
bir esnafın kardeşi ile dargın olduğunu öğrenir. Duyar duymaz dargın esnafın yanına varır.
Onlara birlik beraberlik için nasihat eder. Ve onlara der ki bazı insanlar gelir aranızı açarlar,
onlara müsaade etmeyin onların amacı 'Kabiri ziyarete değil, hece taşını çalmaya gelirler.' ''
Ateşe benzinle gelenler aranızı açarlar.''böylelerine karşı ödün vermeyin der. İki ortak kardeşin arasını bulur. Bunu çok zaman eski adamlar yaparlarmış.

Balyalı her zaman esnafa ''Ben bu işi mesleğimi yapacağım diyorsanız her zaman en
iyisini yapmaya çalışın. İşyeriniz her zaman herkesin rahatça gelip gidebileceği merkezi bir yer olmalı. Ödeyeceğiniz kiraya çok acımamalısınız. Müşteriye beklediği hizmeti en iyi şekilde vermek, emin olun ki o işin karşılığını almanızı her zaman sağlar. Kazancınız günden güne katlanıp artar.” der. Bu onun işyerlerinin yerinin önemini iyi bildiğinden tecrübe ile söylediğindendir. Rahmetli hep iyi bir iş yerim olsun. Geniş ve köşe olsun isterdi. Ama ne yazık ki sağlığında olmadı.


Rahmetli parti başkanı olduğu zaman en çok ''Ben de sizin partidenim. Ben de reyi size verdim. Sen bakma ben başka partiden sandık başı beklediğime. Valla ben de sizin adamı
severim. Diyenlere kızar ama siyaset bu ya, bir şey diyememenin sıkıntısını yaşardı.
Nur içinde yat, İstanbul Kasabı, Mustafa Balyalı Mekanın cennet olsun.

Fotoğraflar :Oğlu Hasan BALYALI’ dan temin edildi.
KASAP ÇAVUŞ

Kasap Çavuş Emmi arastalar içinden, kasaplar içine doğru telaşlı telaşlı yürür. Bir kasap çocuğu bakar ki Çavuş Emmi’ nin bir telaşı var. Kapıya çıkar:
-Çavuş Emmi para ve iş haricinde emret yapılacak bir şey var mı?
Kasap Çavuş, bi duraklar. Döner bakar ki çok sevdiği birisi.
Kasap Çavuş: “Söyletme beni, geriye ne kaldı a, ala gırık, der.
Çırak tekrar:
-Para ve iş haricinde yapılacak şeyi emret çavuş Emmi, der.
Kasap Çavuş:
-Ehli keyfe, keyf verir kahvenin fokurdaması. Koca eşeği baştan
çıkarır sıpanın oynaması, der ve madem hak vaki olunca tabutumu
taşı bari, der. Yoluna devam eder.

Kasap Çavuş Emmi esnafın sağlık kontrollerinde mutat muayenesini olur. Aradan biraz
zaman geçer. Sağlık kontrolü yapanlardan bir yazı gelir. En kısa zamanda bir hastaneye uğ-
rayın. Kasap Çavuş hastaneye gider. Karaciğerinde kis olduğu bunun alınacağını söylerler.
Doktor bıçak parası ister. İstenilen para Çavuş Emmi’ye çok gelir ve pazarlık yapmak ister.
Ölümden, iyilikten, sırattan nameler yapar. Doktor Bey, “Amca ben her gün üç kere sırattan geçiyorum. Şıkkı yok parayı alırım.” Deyince. Çavuş Emmi: “Ulan bu ala gırık doktor bizden de beter çıktı.” der ve parayı verir.Bir operasyonla kis alınır. Kasap Çavuş sorar, “Oğlum tamam mı? Doktorlar “Amca ömrün 7 seneyi aşarsa bi yedi sene daha yaşarsın.” der. (Doktor Çavuş Emmi’ye 2 sene diyecektir. Rapor da hazırdır. Ama oğlu doktora rica eder. Babam bir acayiptir. Şu iki seneyi yedi sene edelim. Hatta bi yedi sene daha deyiver deyince Doktor, noluyor lafla ömüre ömür mü ilave edeceğiz? Diyelim bakalım, ben Çavuş Emmi’yi sevdim, der.)
Kasap Çavuş, ilk ameliyattan sonra 13 sene çoktan geçmiştir. Arkadaşlarına ikinci yedi
sene doluyor artık benim ömrüm bitiyor, der durur. Dediği gibide 14 sene dolmak üzereyken
vefat eder. Çavuş Emmi, “Babam 65 sene yaşadı. Benim yaş 75'i geçiyor. On senedir fondan
yaşıyorum.” derdi.

Kasap Çavuş kendine has, giyinişi olan bir kişi idi. Kasket mutlaka sekiz köşeli olacak, yelek olmazsa olmazlardandı. Köstekli saat, zincirli olacaktı. Rahmetli iyi bir miyaneci idi. Kendisinin bulunduğu bir ortamda bir alışveriş, veya bir uzlaşmazlık oldumu mutlaka olaya müdahale eder. Olumlu sonuç alınması için gayret ederdi. Bir alışverişin üç beş kuruşa geri kalmasını sevmezdi. Sert geçen bir pazarlıkta, “Tekel maddesi mi satıyoruz? Bu pazarlık çok uzadı. Bu zaman zarfında kız dünürcülüğü bile biterdi. Sen ikram et, in bakalım sen de biraz ver. Alan satanda uma.” diyerek ortalığı bulurdu. Ödünç para istenildi mi mutlaka verirdi.
Ta ki mark dolar, banka ve çok ortaklı şirketler meşhur olasıya kadar, ödünç para verilirdi. Sonra bu hasletimiz cümlemizden kalktı. Eskiden bir iyilik yapılınca söylenmezdi. Sonra hem iyilik yapıldı hem de söylendi. Şimdi bizler sadece iyilikleri söylüyoruz.
Muhabbeti çok güzel olurdu. Rahmetlinin, hafızası çok kuvvetli olduğundan her harekete, her söze mutlaka bir deyim ekler, bir hikaye anlatır; bir şiir söylerdi. Geçmiş olayları ayrıntılarıyla hatırlar. Şahısları lakapları ile, bulundukları yerle bilirdi.






Çavuş Emminin çokça kullandığı şiir:

Neylersin düğün evini?
Düğün kendi evinde
Gir oyna, çık oyna.

Neylersin harp meydanını?
Harp kendi evinde
Gir harp et, çık harp et.

Neylersin ölü evini?
Ölü kendi evinde
Gir ağla, çık ağla

Kasap Çavuş, zamanın İzmir Valisi olan akrabasının yanına gider. Vali Bey’in bulunduğu kata çıkar, hemen kapıya doğru yürür. Bunu gören görevli, “Bir dakika bey efendi randevunuz var mı?” der. “Kızım bana randevu lazım değil. Vali Bey’in bi acı kahvesini içeceğim sonra giderim.” Der. Kapıyı açar içeri girer. Görevli Vali Bey’e bakar ,bakışı ile özür beyan eder. Vali, tebessüm ile karşılık verir.

Kasap Çavuş 70’ li yıllarda kasaplar içinde, kasaplık ederken karşı dükkanda bulu-
nan Çirpişikler’in aşçı dükkanından kaşık, çatal, kap, sebze vs. sık sık alır. Orada bulunan
Yusuf Amca bu duruma bazen laf edermiş. Kasap Çavuş her seferinde ''ben eniştenizim''
deyince Çirpişik Yusuf Amca rahmetli, dayanamaz sonunda patlar ve…
“Çavuş Çavuş bir imza ile hepimizi mi nikahladın?” der.

Çavuş emminin güzel bir hikayesini anlatalım:
On sekiz yaşlarında bir genç çok güzel saz çalarmış. Genç, sazında hep “karı, kız, güzel kız”
diye name çıkarttırırmış. Derken askerlik çağı gelmiş. Askerlik vazifesini yapıp gelince kısa
zamanda evlenir. Çoluk çocuk olur.Günlerden bir gün evine yorgun gelir. Hanımı evin eksik-
lerini sıralar. “Bey yağ, tuz, şeker kalmadı. Bey, elektrik faturası da geldi…..”der. Duvarda sazını gören genç ''Hanım şu sazı ver de bir çalalım.'' der. Hanımı sazı duvardan alır Bey'ine verir. Saz uzun zamandır akort olmayınca ''kil tız, kil tız'' ( kil tuz) ( kil eskiden kullanılan te-
mizlik ürünü) diye ses çıkarır. Duruma sinirlenen genç adam sazı duvara fırlatır. Kırılan sazın
bir teli veya parçası sapınnn, (sabun) diye ses çıkarır. Genç adam: “Ana avradına sattı mı, bu
da evde olmayanı istiyor.” diye kızar. Buna benzer daha bir çok hikayesi mevcuttur.
Uşak AKÜ’de görevli hemşerimiz bir öğretmenimiz araştırma yapmaktadır. Kasap Çavuş Emmi ile konuşurlar. Not almakta olan araştırmacı arkadaş, yazmakla yetiştiremeyince gömlek cebindeki ses kayıt cihazının düğmesine basar. Bunu gören Kasap Çavuş Emmi hemen konuşmayı keser, “Len sen beni eli kelepceli godese mi götürecen? Ben konuşan, sen yazıyon işte, ne o ses kayıt falan ne oluyor?”deyip susar . “Konuşmak bir ihtiyaç ise susmak sanattır. Ben bu ses kayıttan hiç hoşlaşmadım.” der. Zaten 1960 lı yılların Demokrat Parti’si, Halk Parti’si çekişmesinden çok çekmiştir. O yılların zorluklarını yaşadığından tecrübelidir. Tecrübe insanın başından geçenler değil, başından geçenlerin bıraktığı izlerdir.Tecrübeler en iyi öğretmenlerdir. O günleri zaman zaman anlatırdı: “Akıllı insan başkalarının olayından ders alandır.” derdi.

Kasap Çavuş Emmi bir gün kaz alır. Kazı temizlettirir. Düdüklüye vurdurur. Uzun
zaman pişen kazı, düdüklüden çıkarırlar Fakat kaz pişmemiştir. Maşallah lastik gibi ne kopu-
yor, ne yeniyor. Çavuş Emmi, “Bi daha düdüklüye vurun biraz çok pişsin.” der. Fakat yine pişmemiştir. Kaz düdüklüde birkaç sefer pişer. Fakat kaz lastik gibi ne yeniyor ne kopuyor.
O gün aç kalmıştır. Öğünü aparatif yiyecekle geçirmişlerdir. Kasap Çavuş, sonunda pes eder. Bir daha kaz almaz.
“Zaten şu ömrümde bir çapıt, bez (elbise, giyecek türü), bi kart kaza aklım ermedi” der.

“Bu benim babam, sekiz köşe kasketiyle.
Omuzunda sakosuyla
Cebinde çay parası, bafradır cıgarası.
Üstümde ki kol kanat, sırtımı yasladığım dağ gibiydi
Ben babamın oğluyum, tepeden tırnağa Anadolu’yum.”

Fatih Kısaparmak (bu şiirinde sanki Kasap Çavuş'u anlatmaktadır.)

Kasap Çavuş MUSTAFA SARIGÖZ 15/07/1929 doğumlu 3 evladı vardır. Çarşı esnafının vaz geçilmez simalarındandı.
03/08/2005 Çarşamba günü vefat etti. İnanıyoruz ki yeri dolmayacak. Kabrin Cennet olsun.
Nur içinde yat Çavuş Emmi.

Fotoğraf, Kadir Sarıgöz’den alındı
MEHMET KEBAPÇIZADE (AKBİLGİN)

Kebapçızade Mehmet Efendi ilçemizde manifaturacılık ile iştigal etmiştir.Okumaya, eğitim ve öğretime çok önem verdiği yaptırdığı okula hizmetinden görülmektedir. Mehmet Akbilgin 1310 (1894 miladi) doğumludur. Baba adı Ahmet, anne adı Hatice’dir.1958 yılında vefat etmiştir. Çay Mahallesi kütüğüne kayıtlı olup evleri Demokrat Çeşmesi’nin (şimdiki belediye otoparkının) karşısındadır. Evi Sandıklı'nın, zamanında en güzide evidir. Bugün sit alanı içindedir. Ama duyuyoruz ki evin tavanı bile kimliği belirsiz kişi veya kişilerce sökülüp götürülmüştür.
Sandıklı ortaokulu Rahmetli Kebapçızade Mehmet Efendi’nin önderliğinde tüm Sandıklı halkının katkısıyla 300,000 liraya mal olmuştur. Bu iki katlı binanın tamamlanması o zamanki günlük gazetelerde takdirle karşılanmış, haber yapılmıştır. Kebapçı Mehmet Efendi, okul istimlakı için yeri çok geniş tutar. “Niye çok yer istimlak ettirdin?” diyenlere “Daha sonraları buraya bir çok okul yapılacak hatta yüksek okul bile yaparlarsa yer bulunsun.” der. Okul açıldığında ilk zamanlar okuldan artan yere okul idaresi pancar eker. Pancar ekiminden sağlanan gelirle okul için gerekli cetvel, pergel, kırtasiye vs. ne gerekiyorsa bu para ile alınır. Okulun ilk talebeleri pancarları sular, bakımını yaparlardı.
Ortaokul ilk açıldığı sene bir taraftan ders yapılır bir taraftan pencere çerçeveleri boyanırdı.
Tuvalette su tesisatı olmadığından öğretmenler öğrencilere, “Tuvaletinizi evinizde yapın gelin,
okulumuz daha müsait değil.” derlerdi. Öğrenciler ıbrıklarla okula su getirirlerdi. Ortaokul binasının yapılmasına önderlik eden Kebapçızade Mehmet Efendi’nin halktan para toplaması zamanla dedikodulara sebep olur. Söylenen sözler, Kebapçızadeye kadar ulaşır.
İleri görüşlü ve idealist olan Kebapçızade Mehmet Efendi para toplarken söylenenleri duymamak için kulaklarını yağlıkla (mendil) kapatır. Yağlığı başının üzerinden düğümler. (tavşan kulaklı gibi bir görüntü oluşturur.) Görenler, niye böyle yaptığını sorunca. “Okul inşaatı için topladığım paralardan dolayı beni hırsız tutuyorlar. Topladığı paraları yiyor diyorlar. Bunları
duymamak için böyle yapıyorum.” der. Okulun yapılması için ne gerekiyorsa yapan Kebapçızade Mehmet Efendi, kendi mal varlığını da okul inşaatına harcar. Kebapçızade Mehmet
Efendi en çok zenginlere gönül koyar. Çünkü onlar okul inşaatında gereken maddi manevi desteği Kebapçı’ya vermemişlerdir.....

Yaşamda her şeyin bir muhalefeti olduğu gibi Sandıklı’mıza ilk yapılan ortaokulun da muhalifleri vardı. Bu insanlar Rahmetli Kebapçızade Mehmet Efendi’yi mahkemeye verirler. Okul yaptırdığı için yargılanan Kebapçızade, okul inşaatından 55.000. TL. alacaklı çıkar. Bu
Parayı da istemez. Ama bu durum onu çok fazlasıyla üzmüştür.Ancak halkımız ne yazık ki Kebapçızade Mehmet Efendi’yi anlamaz, anlayamaz, anlamak istemez. Dedikodular devam edince, artık kendine engel olamaz ve memleketi terk eder. Afyon’a yerleşir. Orada haşhaş yağı çıkarmakla meşgul olur.
Okul inşaatını 9 ağustos 1943’te başlamış 26 Eylül 1945’te tamamlamıştır.
1945-1946 Öğretim yılında 20 si kız 135 öğrenci ile eğitim ve öğretime başlayan okulumuz
ilk açıldığında Sandıklı ortaokulu iken daha sonra İSMET İNÖNÜ Ortaokulu ismini alır.
1967 - 1968 eğitim ve öğretim yılında Sandıklı Lisesi ismini almıştır.
Ortaokula ilk kaydı Aleybey oğlu Hüseyin bir numara ile kayıt yaptırır. 15 lira teberru
verir. Okul kayıtlarından 5 lira ile 15 lira arasında teberru istenir. Okulun açılmasını dört gözle bekleyenlerden Sadıkların Mustafa Amca okula varır. Kayıt için evraklarını verir. Teberru istenince parasızlıktan kayıt olamaz. Hemen Sadıkların Mustafa Amca Arastalar içinde (şimdi kavasların **Ahmet Özkeskin ve Ahmet** Özkeskinin Dilburan Çay Ocağı ve bakırcı dükanının bütün halidir.) Kebapçının dükkanına gelir. Ağlayarak “ Mehmet Amca yaptığın okula kayıt olamıyorum. Al bu okul senin olsun'' der.
Kebapçızade dayanamaz, “Oğlum siz beni canlı canlı mı gömeceksiniz? Yapmayın Allah aşkına.” der. Dükkanında rafa doğru uzanır teberru makbuzunu alır. Teberruyu yazar yırtar
ve Sadıkların Mustafa’ya verir. Para vermeden teberru makbuzunu alan Mustafa Amca
sevinirken, Kebapçı derki:
“Mustafa şu kepenk demirini getir bakayım.” der.
Mustafa Amca herhalde beni sinirinden dövecek, der. Kepenk demirini getirir verir. Bu esnada da sırtını döner. Kebapçı bakar ki Mustafa sırtını dönüyor. “Ne o..? “der. Gülmeye
Başlar, askıdaki elbiselerden çağla rengi bir takım indirir.
“Giy bakalım.”der. “Biraz fazlaca büyük gelir; çıkar şunu giy.”deyince. Sadıkların Mustafa
Amca hayatında ilk kez bir takım elbise giymiş çıkarır mı hiç?
“Mehmet Amca bu bana tam, hem gelecek sene de giyerim, hem yıkanınca biraz da
çeker. Tamam ben bunu giyeceğim.” Der. Kebapçı: “Hadi git kaydını yaptır.” der ve 11 numaraya kaydını yaptırır.
Ortaokuldan mezun olanlar daha sonra İstanbul’a okumaya giderler. Tatil günleri Sandıklı’dan mal almaya gelenlerin kaldığı Sirkecideki Küçük Karadeniz oteline giderler. Lobide otururlarken kapıdan Kebapçızade Mehmet Efendi girer. Orada bulunan talebeler, sözleşmişçesine hep beraber ayağa kalkarlar. Kapıdan giren Mehmet Efendi’nin elini öperler.
Kebapçı:
“Siz kimlersiniz?”der. Sandıklılı talebeler de: “Bizler sizin yaptırdığınız okulun mezunlarıyız.
Burada yüksek okulu okuyoruz.” deyince, Kebapçı:
''Allah’ıma şükür hizmetin meyvelerini gördüm. Rüyalarım gerçek oldu, dualarım kabul oldu.”
diyerek ağlamaya başlar. Gözyaşları sakalına süzülür. “Her bahçıvan, diktiği fidanların meyvesini görünce mutlu olurmuş.” der. Ağlayarak, Sadıkların Mustafa:
“Mehmet Amca sen o okulu yapmasaydın ben kunduracı olacaktım. Arkadaşım Müezzinlerin Kadir’in oğlu Ahmet Akça, bu arkadaşım Ballıklı Burhan, babası bakkal, bu Yaşar Özkum babası öldü (öksüz).....diğer arkadaşları da kendilerini tanıtırlar.”Sen olmasaydın biz ne yapacaktık? Mehmet Amca, Allah senden razı olsun.” derler.
Kebapçı çok etkilenmiştir. “Evlatlarım, beni odama çıkarı verin der.”
Şimdiye kadar binlerce öğrenci yetiştiren Sandıklı Lisesi, Kebapçızade Mehmet Akbilgin’in eseridir. O beldemizde yetişen nadir şahsiyetlerden birisidir. Çarkın dişlilerinin, kenara
attığı parçadır. Sandıklı onun yerini dolduramadığı gibi, onun görüşlerini de anlamamıştır.
Yaptıklarını da hazmedememiştir. Ne yazık ki bölgemizin hastalığı olan dedikodu, fesat
hareketlerle böyle bir büyük şahsiyeti atalarımız üzdü. İnanıyorum ki o büyük adam dedikodu yapanları, fesat çıkaranları affedecektir.

Kebapçızade Mehmet AKBİLGİN büyük insan Allah senden razı olsun. Nur içinde yat.
Mekanın cennet olsun.

Kaynak Mustafa Pekbey
KÖR HAFIZ ALİ (ALİ ULUPINAR)

1896 doğumlu. Babası Topal Ağa (Tabak Bekirlerin) oğlu Hasan, annesi Müslehettinlerin kızı Şerife, babaannesi Yemencilerin kızı Hafız Meryem’dir. Kardeşleri Mehmet Ulupınar, (Fuat ve İlter'in babaları) Hüseyin Ulupınar; (İğneci Ömer Ulupınar'ın babası) doğduğunda küçük yaşlarda çiçek hastalığından dolayı her iki gözü kör oluyor. Dolayısıyla Kör Hafız Ali lakabı ile anılır. Ninesi Meryem, bu çocuk kör bir işe yaramaz, diyenlere karşı çok müteessir olur. Torununun, toplumda yeri olması için onun, mutlaka bir ayrıcalığı olmasını ister. Ve onu hafız yapmak ister. Hafızlığa, evde kendi imkânlarına göre yetiştiriyor. Gençliğinde, Razıya Nine ile evlendiriliyor. Bundan üç kız,(Tayyibe, Zahide, Sabriye) bir oğlu (İsmail) oluyor.
Sandıklı da din ulemaları, Emin Efendi ile Hocazadelerin Ali Efendi’yle yakın münasebeti vardı. Bu kişilerle kurduğu irtibat ile bunların sözünden çıkmazdı. Dini bilgilerini bu hoca efendilerden elde etti. Sesinin güzel olmasının da bunda büyük etken olduğu muhakkaktı. Sabah namazlarında temşit (sabah namazından önce minareden ilahi/mevlit okunması) verirdi. Cuma günleri sala verir, ezana kadar minarede zikir eder veya Kur'an okurdu. O zamanlar elektrik olmadığından ezan mutlaka minareden okunurdu. Kör Hafız inip çıkması zor olacağından sala ve ezan arası minarede dururmuş.Yeni Cami’inin kadrolu müezzin kayyımı Koca Hafızdır. (Koca Hafız Aygaz Bayisi Necdet Sümer'in babasıdır.)
Koca Hafız yerini Kör Hafız Ali Amca’ya verir. Kadro Koca Hafız’a aittir. Ama maaşı kör Hafız Ali alır. Bordroyu Koca Hafız imzalar. Parayı mutemetten Kör Hafız Ali alır. Bu para onun iaşesi içindir. Bu duruma kızan bazı insanlar Kör Hafız Ali'ye sen ne gelip gidiyorsun. Buranın görevlisi kim ise o göreve gelsin. Sen gelip gitme, zaten amasın, derler. Bu durum Kör Hafız Ali’nin çok gücüne gider. Durumu Koca Hafız'a anlatır. Koca Hafız laf edenlere gider. “Ben Kör Hafız Ali’nin bir iş karşılığı ücret alması için görevi ona verdim. Eğer sizin gücünüz varsa onu kadroya aldırın. O da maaşlı olsun. Bunu yapamıyorsanız. Onun burada görev yapmasına karışmayın.” diye azarlar. O şahıslar Kör Hafız Ali'ye bir daha bir şey diyemezler. Daha sonra kadroya girdiği bir veya iki maaş aldığı da söylenir.
Bir gün İlk öğrencilik zamanlarında Yeni Cami’de müezzinlik yaparken harf hatası
yapıyor. Ön saflarda bulunan cennet mekan Emin Efendi, '' Hafız dikkat et manayı değiştiri-
yorsun.'' deyince titrer korkar, heyecanlı heyacanlı tamam efendim tamam efendim der ve
yanlışı düzeltmek için okuduğu yeri tekrar baştan alır.
Hafız Ali, Sabahi, Hüseyni, Rast, Neva, Hüzzam makamlarını öğrenir etkileyici ve yakıcı
sesi ile bu makamları çok güzel icra edermiş. Zamanın Müftüsü Ahmet (ARISOY) Efendi,
( Kör hafız Ali için ''Şu gök kubbede şu körün sesinden daha güzel var mı ki ?'' dediği bir çok
kişi tarafında tevatüren nakledilir. Sandıklı'da Yeni Cami’de müezzinlik yapardı. Zamanın-
da halk arasında, Yeni Cami’den okuduğu ezan çok uzaklardan duyulurdu. Sesi güzel ve
gür çıkarmış. Bunun sebebi olarak her sabah sütün içine yumurta çakar, karıştırarak içermiş.
Rahmetli Ali amca 3 paket gelincik sigarası içermiş. Bir de kahve içermiş. O tarihlerde yeni çıkan filtreli sigaranın filtresini koparırmış. Yani iyi bir tiryaki imiş.
Rahmetli Ramazanda akşam ezanını okur. Sigarayı yakar minareden öyle inermiş.
Bir gün Müftü Ahmet Efendi, bu durumu görür. Ali amcaya: ''Hafız Ali her şey iyi çok
güzel de şu sigara olmuyor. Bari namazdan sonra iftarı et öyle iç.” der. Ali Amca bu olaydan
sonra, akşam ezanından sonra minareden inerken sigara içmediği söylenir.
Kör Hafız Ali bir gün sabah namazına bir saat önce gelir. Minareye çıkar. Tam ezan
okuyacağı sırada gaipten bir ses ''Hoca ezana daha çok var.'' der. Ali amca heyecanlanır.
Tekrar aşağıya iner. Camiye bakar kim var orada, kimsiniz, dese de kimse ses vermez.
Ali Amca evine gider. Saatine bakar, hakikaten ezana tam bir saat vardır. ( İstanbul'da özel
körler için hazırlanan köstekli saatini Emin Efendi’nin yaptırdığı tahmin ediliyor.) Kör Hafız Ali Amca: “Bu olay hayatımın en zor anı idi; hem çok heyecanlandım hem çok korktum.” der.

Hafız Ali Amca kendinden sonraya birini hafız yetiştirmeyi çok arzu etmektedir. Bir
gün Ulucami'nin müezzini Pirelerin Kör Hafız Osman'ın annesi ile Kör Hafız Ali Amca’nın
kardeşi Mehmet'in hanımı Zekiye Teyze (Fuat'la İlter'in annesi) Hacı Ali Çeşmesi’nde karşılaşırlar. Kör Hafız Ali Amca’nın kardeşinin hanımı Hafız Osman'ın annesine der ki. “Senin oğlunda ama kayınbiraderime verelim. Onu da hafız yetiştirsin.” diye teklif eder. Teklif onay görür.Ulucami’nin merhum Kör Hafız Osman’ı, Ali Amca hafız olarak yetiştirir. Arzusunu yerine getiren Kör Hafız Ali’nin bu hareketi şimdiki meslek erbaplarına ithaf olunur.

İnsanın seveni olduğu gibi kızanları da mevcuttur. Sevgi ve nefret birlikte olur derler ya. Ali Amca’ya kızanların bazen minare merdivenlerine burçak döktükleri vakidir. Ali Amca, sabah namazına gelirken karlı soğuk havalarda yol, damlardan kürenen karla dolu olduğundan at arabası veya araç geçememektedir. İnsanlar zor yürümektedir. “Şu kör düşsün de biyerleri kırılsın” diye kişilerin yollara bir de su döktükleri, söylenir. Eh, işte bunlar da bizim insanımız. Rahmetli Kör Hafız Ali’nin gece hiç uyumadığı, geceyi ibadetle geçirdiği, sabah namazından sonra yatıp öğleye kalktığı ve namaza gittiği söylenir. Sabah namazından sonra pide alır. Üzerine balı, yağı sürer yer. Kahvaltıyı böyle yaparmış.

Ali Amca talebelerine Kuran'ı öğretirken sanki gözleri görür gibi hangi harfin, nerede
olduğunu anlattığını, talebeleri bahseder. Kuran harflerini karşıdakinin anlayacağı bir şeye
benzetmesi bile orijinaldi. Yakınlarınıın başlarını koklayarak kim olduğunu, bilirdi. Evine gelen akrabalarını, kokularından tanırdı. İlçemizde kimin işyerinin nerde olduğunu bilir; Bazen şaka amacı ile başka dükkana götüren kişilere, “Yanlış yere geldik. Ben buraya gelmeyecektim.” der, döner; kendisi gideceği yeri bulurdu.
Rahmetli Kör Hafız Ali son dönemlerinde rahatsızlanır. Damadı (imam) Demirci Hacı
Hilmi Özdayı ile beraber Eskişehir'e hastaneye giderler. Hastanede öyle vakti, dışarı çıkarlar.
Yanlış olmasın ,ama Odunpazarı Camisi’ne varırlar. Kör Hafız Ali “Ben bu camide minareden ezan okuyacağım” diye tutturur. Rahmetli biraz da inat olduğundan dolayı damadı cami görevlisine durumu anlatır. “Kayın babam Sandıklı’da müezzindir. Burada da ezan okumak istiyor.Müsaade eder misiniz?” deyince görevliler hay hay buyurun, derler. Ali Amca çıkar minareden ezanı okur. Cuma haricinde pek dolu olmayan cami, ezan okuyanın yabancı biri olduğundan, sesin yabancı birisine ait ve güzel olduğundan cami komşuları ve etraftaki insanlar merak eder; camiye gelirler. Ali Amca içerde de müezzinlik eder. Cami görevlileri Ali Amca ile tanışırlar ve derler ki:
“Ali Amca cuma vakti hariç bu cami hiç bu kadar dolmamıştı. Allah Razı olsun.” derler.
Rahmetli Kör Hafız Ali'ye hastanede doktorlar; “Senin gözünün birisi açılır, Ali Amca.” derler Ali Amca, “Ben şimdiye kadar harama bakmadım, bundan sonra da bakmam. Takdir-i İlahi böyle, bundan sonra görsem ne olacak? Ben yolumu tayin ettim. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz.” deyince, olaya hayret eden doktorlar, şaşarlar; bir şey diyemezler.
Cami hocaları bir kıraathane de toplanmışlar, muhabbet ederler. Günlerden gün dönü-
müdür. Günün önemine binaen birisi der ki, “Dün akşam, geceler bir dakika aldı gayim.” Hafız Ali durur mu? Muzipliği aklına gelir.''Zere ya dün akşam uykum kanmıştı. Ben de neden diye merak ediyordum. Meğerse, gün dönümüymüş.'' deyince, bir kahkaha tutarlar. Rahmetli Ali Amca vefat ettiğinde, halk Ali Amca’yı, sırtlarında mezara kadar götürürler. Cami görevlileri, halka ''Artık at arabasına koyalım.'' demelerine rağmen halk omzundan vermez. Kör Hafız Ali Amca omuzlarda mezara kadar gider.
İlçemizde birkaç kişinin, çok sevildiğinden omuzlarda mezara kadar götürüldüğü bilinmektedir. Kör Hafız Ali Amca da bunlardan birisidir. Mezarın başına konan taştan kavuk, mezarının başındadır. Şimdi, mezar başına konan kavuk yapan bile, kalmadı. Asar-ı antika oldu onlar da. Hani, mezar başında kavuk varsa çalınıyor.
07.04.1958 tarihinde vefat eder. Dünyası karanlık, ama iç dünyasında hep aydınlık olan Hafız Ali Amca, hala anılmaktadır. Güzel bir hayat yaşamış, iz bırakan, mümtaz insanlardandır.
Hafız Ali Ulupınar nur içinde yat. Kabrin cennet bahçesi olsun.

Göz:
Göz, insanın dünyaya açılan penceresidir. Gözümüz açıksa dünyayı görürüz. Gözümüz
açıksa insanları görür ve hissederiz. Kalp gözüyle görenleri bu bahsin dışında tutuyoruz.
Şair şöyle diyor.
‘'İğne deliğinden deve geçer dediler.
Hiç iğne deliğinden deve geçer mi?”
Evet geçer iğne deliğinden develer, dağlar, denizler, ovalar…
Değil mi ki, iğne deliği kadar gözlerimizden neler geçiyor neler…..''

İletişimde, göz olmazsa olmaz. Ama gözümüzü bir insana dikip uzun süreli bakmak da
sakıncalı. Yani dozunu iyi ayarlamak lazım.
07 Ocak Beyaz Baston ( Görmeyenler ) Körler Haftası’dır. Bu kardeşlerimize de
yaşama sevinci dilerim.



Kaynak: Akrabası Orhan ve Mustafa ULUPINAR
Kuyucu Dede (İsmail AKÇIL)
Güneşi üzerine doğdurmadı. Namazları cemaatle kılar, özellikle Sabah namazını hep vaktinde kılardı. Her zaman sabah namazını vaktinde kılın diye nasihat ederdi. Kafkas asıllı olup, Aydınlıdır. Görevi polisliktir. Arkadaşları ile yakaladıkları bir kaçakçılık olayında, almadığı rüşvetten dolayı dışlanır. Görevinden ayrıldıktan sonra, asıl mesleği kuyuculuğa devam eder. Üç defa evlense de çocuğu olmaz.(İ.B)
Son demlerinde çalışmak için Sandıklı’ya gelir. İptidai olarak kuyuculuk yapmaya devam eder. Yani şimdiki sondaj makineleri gibi motor gücü ile değil sadece insan gücü ile çalışır. O zamanlar su 10-15 veya 15-20 metrelerden çıkmaktadır. Elindeki imkânlar ile Sandıklı’da birçok kuyu açmıştır.
Bir metreli demir borular ile toprağı burarak oyardı. Onun kuyu kazma işine dövmenli denirdi. Kova, burgu, balta murş bu işin malzemeleri idi. Malzemenin üzerine koca taşlar kordu. Kendisi hayli yaşlı olduğundan işçi çalıştırırdı. Keçeciler Cami’si (Yeni Cami) tuvaletinin yanına kuyu çalışması yapar ama ordan bir türlü istenilen miktarda su çıkmaz. Sonra vaz geçilir. Sandıklı’ya geldiğinde yaşlı idi. Ama yinede çok çalıştı. “Abi ekmek parası neccen.” Kuyu açmak şimdi çok kolay Evet 400-500 metre iniyorsun ama en azından teknoloji var.(M.K)
Kuyucu Dede zaten yaşlıdır. Çalışamaz duruma gelince hamiyet sever Sandıklı halkının yardımları ile yaşamını devam ettirir. İlk zamanlar Keçeci Camii karşısında kalır sonra üç kurnalı tarafında bir evde ikamet eder. Sandıklı bünyesinde çok dışardan geleni barındırmıştır. Eğer Sandıklı’ya gelen bekri ise kuru üzüm sofralarında ağırlanır. Zakirse tekkede ağırlanırmış, değil mi? Kuyucu Dede Sandıklı’yı sever, Sandıklı’da Kuyucu Dede’yi sever. Dolayısı ile Kuyucu Dede Sandıklı’da kalır. Çok akıllı idi. Bulutlara bakar ‘’Bulutlar mahzun, bulutlar yüklü, bulutlar bir şeyler diyor.” diye sıkıntıları sezerdi.
İstiklal Harbi’nde bulunduğunu anlatır. Uzun uzun İstiklal Harbi anılarını çocuklara aktarırdı.
-Usta mesela ne anlatırdı. Anlattıklarında aklında kalanları anlatsana
-Nebileyim ben senin onu soracağını. Bilseydim ben de o zamanlar onun anılarını yazardım. Abi çok şey anlatırdı. Neleri anlatayım ben sana. Adam öleli 30 sene geçti. Ben de kafamı var onu akılda tutayım? Valla yazmak aklıma gelmedi. Onun öleceğini bilseydim de keşke bende yazsaydım. (H.Ö)
Kuyucu Dede’nin ismi İSMAİL AKÇIL dır. Sandıklı lakaplarla insanlara hitap eder. Adını belki kimse bilmez Kuyucu Dede’nin.
Kuyucu Dede çok zaman Paris için ‘’Çocuklar bir gün gelecek Paris arpa tarlası olacaktır. Burada güzel şehir vardı ne oldu diyecekler. Paris bir harabe şehir olacak. Paris özenilecek bir şehir değildir. Vallahi işte Paris burasıdır. Paris Sandıklı’dır.” derdi. Havası suyu yapısı Sandıklı’nın çok güzel diye Sandıklı’yı çok severdi. Sandıklı’nın yapısını çok severdi. Kuyucu Dede ağır ehli tarik birisidir. Azgından ayet hadis hiç eksik olmaz konuşmasında mutlaka ayet ve hadisleri bir biri ardına sıralardı. Yani ayet ve hadislerle konuşurdu. Kendisine verilen yardımlardan lokum alır sokakta çocuklara verirdi. Çocuklar onu çok severdi. Çocuklara hep güzel nasihatler ibretli hikayeler ile çocuklara namaz kılmaları için güzel şeyler anlatırdı. Kuyucu Dede, “Yeryüzünde Yahudi ırkı güvenilir bir ırk değil dünyaya muzur olacak, bir de İngiliz ile yola çıkılmaz İngilizler yeryüzünün en düzenbaz toplumudur. Rusya parçalanacak, bölük pöçük olacak. Zannetmeyin ki Amerika. O da günü gelince iflas edecek parçalanacak.” derdi.
-Usta neden böyle derd?.
Osmanlının yıkılmasının sorumlusu Yahudi ve İngiliz diye uzun uzun anlatırdı işte..Bak abi o adam 80’den önce öldü. Bizim işyerine gelir dedemle, babamla konuşurdu, bende dinlerdim. Çok zaman geçti de ondan hatıraları küllendi. O savaş görmüş birisi idi. savaşların sorumlusu da İngilizler derdi. Nerede ne nifak sokacağını İngiliz bilir. Yahudi de öyledir derdi. Kuyucu Dede ölümüne kadar ayakta kaldı. Son üç gün rahatsız oldu ve üçüncü gün vefat etti. Birçok kitabı vardı. Nerde, ne oldu, kim aldı bilemiyoruz, Kitapların akıbeti meçhul ama asası bende. 21.11.1979 tarihinde Kuyucu Dede ölünce cenazesini esnaf kaldırdı. Bir varlığı da akrabası da yoktu. Nur yüzlü çok iyi insandı nur içinde yatsın. Hay Ali nerden aklıma getirdin. Eve varanda hanımla birer fatiha okuyam. (AÖ)

Anlatanlar: İbrahim BULUT, Ali ÖZKAN, Halil ÖZER,

MOLA KADİR

Mola Kadir, Beşiktaşlı idi. Maçları çok severdi. Sandıklı-Afyon maçlarına devamlı giderdi. Maçı çok sevdiğinden bir gün Kaplıcada banyo alır. Kurulanmadan giyinir. Bir arkadaşınıda zorla yanına alarak beraber Sandıklı-Burdur maçına giderler.
Hava çok soğuktur. Islak ıslak maçı seyrederler. Sandıklıspor / Burdurspor’u yener. Ama soğuğu yiyen Molla Kadir hasta olur. Maçları seyreden Molla Kadir takım yenildiği zaman beren ağrı oynasanız bu iş bolacaktı, derdi.

Uzun çarşının neşeşi olan Molla Kadir kaplıcaya sık sık giderdi. Wolkswagen minübüs ile devamlı tanıdık tanımadık herkesin cenazesine katılırdı. Niye her cenazeye minübüsle katılıyorsun diyenlere ''ben ötemi yapıyorum.''derdi.
Kendine para lazım olduğu halde, dükkânın önünden sıkıntılı gelip geçen olduğunda çağırır derdini sorar eğer para lazım ise çeçindeki parayı ona verirdi. Bu para benim işimi görmüyor bari senin işine yarasın, derdi.Arkadaşlarına hizmet etmeyi severdi. Sık sık arkadaşları ile ferfineler (yemekli toplantılar) düzenler. Hatta arkadaşları ile gezmeyi de çok severdi. Eskiden sinemaya gidilirdi. O devamlı sinemada 46 no da otururdu.

Molla Kadir ve 14 arkadaşı Ramazan ayında İstanbul Hırka-i şerife ve Edirne'ye Selimiye Camii’ne giderler. Gezerler abdest alırlar, namaz kılarlar. Selimiye Camii’nin bahçesinde yiyenler içenler çoktur. Rahatsız olur. Selimiye Cami’si bahçesinde oturan bir orta yaşlı vatandaşa yaklaşır. Onunla konuşmaya başlar. O adamın Edirneli olduğunu öğrenince der ki.
''Amca sizin buralar çok zabın.'' der.
Adam qnlamaz ne söydiğini. Ama der ki ''Evladım şuralarda bir yakında büfe var. Orada sabun vardır.” Belki der Molla Kadirin arkadaşları Adama bakarlar.
Adam büfeyi tekrar tarif eder.
Molla Kadir;
“Amca Sabun değil, zabın zabın'' der.
Adam;
''Valla evladım bilemedim ben'' der. Sonra mola Kadir ''Sizin buralarda oruç tutan az. Mübarek Ramazan niye çok kişi cami avlusunda yiyip içiyorlar. Onun için insanları zabın dedim, amca” deyince, Adam artık anlamıştır, Ama üzülerek,
“Evladım, bizim buralar maalesef böyle” der.

Denizli’ye mal almaya giderler, alış verişi yaptıktan sonra dört arkadaş gezmeye çıkarlar.
Bu sırada Bir vatandaş tavuk kesmek için hazırlık yapar. Adam tavuğu tam kesecekken
“Hop hop dur. ”der adama.
Tavuk kesecek adam,
“Allah Allah, ne oldu ya. ”der.
Molla Kadir,
“ Olur mu ya ne yapıyorsun sen tekbir getirmeden dur?” der Molla Kadir arkadaşlarına
“-Arkadaşlar hep beraber tekbir getirelim arkadaş bilmiyor herhalde.yardımcı olalım” der.
Dört arkadaş sıraya girerler birlikte tekbir getirmeye başlarlar.Tavuk kesen adam güler,
“Yapmayın kardeşim kurban mı kesiyoruz? Her yanı tavuk keseceğiz
Bismillahü Allahü ekber, demek yeter. Ne oluyoruz?”
Molla Kadir,
“ Hadi kes kes tekbir devam ederken” der.
Tavuk kesen adam anlar ki bunlar muziplik yapıyor,önünü alamayacak oda ''eh bari sizin de-
diğiniz gibi olsun''der. Sonra adam ;
“Vekiliniz olayımda keseyimmi. keseyimmi?” der gülerek.
Molla Kadir;
“Vekilimiz olda kes, hadi kes, hadi kes” derler.Adam tavuğu keser. Sonra bu muzip arka-
daşlara teşekkür ederim der.

Molla Kadir paçaları, kolları sıvar, ulu camiye nalınlarla abdest almaya güle oynaya bü-
yük bir zevkle giderdi. Onu görenler kendilerinde de namaz kılmak arzusu hissederlerdi.

Molla Kadir evden işe gelinceye kadar birçok dükkana takılır, Bir çok kişiye selam verir-
di. Sık sık dükkanına gelen bir arkadaşına bir gün takılır.
“Biz sana hergün çay içiriyoruz bu günde sen bize çay ısmarla bakalım” der. Arkadaşı,
“Derhal” der ve çay söylenir. Ama Molla Kadir bu, Dükkanın önünden geçenleri çağırır. Çay
içirir. Sonra hadi git artık, dükkan dar.” der. Molla Kadir arasıra arkadaşına bakar kızacak mı
diye, ne arkadaşı kızar. ne Molla Kadir çay söylemekten usanır. Böyle böyle 50 nin üzerinde
çay içilir. Ocakçı dayanamaz
''Kadir abi mevlit mi var. Ne yapıyorsunuz?'' deyince,
Kahveciye '' Hadi gayim madem sen usandın. Yetiversin'' der. Çay paralarını ödeyen rah-
metli bu sokak varya bu sokak yaa..''der. Şarkı söylemeyi sever, herkese neşe kaynağı olur-
du.
Davetlere mutlaka icabet ederdi. Hiç bir zaman kinci değildi. İnsanları severdi. Çok güzel
oyun oynardı en çok bir arkadaşıyla''şen ola düğün'' oyununu oynardı. Şarkı olarakta saman-
yolu şarkısını mırıldanırdı. Babasını çok severdi ama, Amcası Alaaddin Seyman'a KRAL
derdi. Amcası birçok zaman zor anında hep ona destek olduğundan onu bir başka severdi.

Molla Kadir'gil İstanbul da Beşiktaşlılar lokantasına giderler, yemek söylenir. Bu arada
dışarda badem satılmaktadır. Badem alınır. Bazıları bademi soymadan hemen yer. Arkadaş-
larından biri bademin kabuğunu soyar önüne kor, yanında oturan Molla Kadir yanındaki ar-
kadaşın soyduğu bademleri yer. Arkadaşı bakar badem bitiyor;
“ Ne oluyoruz ya badem bitti ben yemedim.”der. Molla Kadir ,
“Yemesini bilmeyenler hava alır.” der.

Molla Kadir bir arkadaşından ödünç para alır. Paranın günü gelince arkadaşı gelir;
“Hee senin parayı vermemiştik deyil mi” der ve raftan bir kagıda sarılı ufak bir paket verir.
Arkadaşı açar bakar 5 adet altın bilezik.
“Ne len bu, ne yapacağız bunu, ne olacak bunlar” Molla Kadir cevaben der ki. “Bana para
lazım değildi.”
“Hıyar sen bekarsın evleneceğin zaman bunlar sana lazım, hiç para da biriktir miyorsun,
ben biliyorum?” der .Arkadaşı,
Bir bileziklere bakar, bir Molla Kadire bakar. Molla Kadir kararlıdır. Bilezikler kalacak

Satarsa alım satımdan zarar edeceğini bilir. Arkadaşı sıkıntısından güler. Molla Kadir
“Üstüne üstlük birde derki Ara sıra bu bileziklerin üstüne bi dövme veya yarım dövme ufak
büyük bir şeyler al koy biriksin” der. Ara sıra arkadaşına bakar zevkli zevkli gülerde. Arkadaşı belli etmese de kızar, bunun farkına varan Molla Kadir,
“Len sen para tutmuyorsun, Yoksa bana ne, ama sen benim dostumsun, Bu böyle olmalı,
şimdi sana zor gelecek biliyorum. Sık dişini, Ben sana iyilik niyetiyle bunu yapıyorum.” der.
Arkadaşı o gün çeker gider. Aradan biraz zaman geçer. Molla Kadirin arkadaşı daha sonra
bir kaç parça altın alır bileziklerin yanına kor. Düğün yaparken o bilezikler ve o altınlar bi işi-
me yaradı ki sorma. O zaman onun yaptığı iyiliği biz düşünemedik. Ödünç para istedi san-
dım. Şimdi kim bunu yapar Rahmetli Molla Kadir Dostum, nur içinde yat. Seni yat ediyor.
Yokluğunu her zaman hissediyorum” dedi.
Paraya hiç önem vermezdi ''Yaşam her ne ise hiç bir ağırlığı yoktur '' derdi.

Molla Kadir Kaplıcaya gittiklerinde arkadaşlarından ya önce havuza girer, yada sonra
havuza girerdi. Biz onun girdiği sıcak havuza giremezdik. Soğuk suyu hiç açmazdı. Hep
sıcağı severdi. Bir gün otelde havuzun yanında Aydınlı bir banka müdürünün kekeme zor
konuşan oğlu vardı. Molla Kadir'in havuza girdiğini gördü. kekeme çocukta sarışın 10 yaş-
larında falandı. Oda havuza atladı. Girdiği ile çıktığı bir oldu Vücud'u kıpkırmızı oldu,yandı.
Çocuk ağlayacak ağlayamadı. Babasına koştu. Kekeme olunca derdini anlatamadı. İyice
heyecanlandı. Babası ne olduğunu sorunca Molla Kadir Müdür bey sen oğlunu bize bırak
valla iki günde konuşturacağız onu dedi. Olayı Banka müdürüne anlattı. Banka müdürü ile
dost oldu. Çoçuk bir daha havuza Molla Kadir var iken girmedi;

Caranların Veli amca vardı. Gazeteyi ondan alırlardı. Bazen gazetenin köşesini husisi
Yırtar,
“Veli amca gazetenin köşesi yırtıkmış amcam gönderdi değiştireceğim” derdi. Rahmetli Veli
amca bilirdi Molla Kadirin muzipliğini,
“ Defol len velet değiştirme yasak” der. hiddetlenirdi. Veli amcayı çok sever onu kızdırmayı
da ihmal etmezdi. Bazı kişileride kızdırmaktan zevk alırdı.
Molla Kadir bir arkadaşı ile trenle Denizli’ye giderler. İkisinin cebinde 5 lira vardır. Sandıklı Denizli 225 kuruştur.Trende lokanta vardır. Lokantaya girerler. “Sigara böreyi yiyelim mi?”der ve ikisi de sigara böreği yerler. Hesabı öderken ikisinin börek parası 4 lira tutar. Molla Kadir parayı çok bulur ve itiraz eder. Arkadaş böregi kussam geri alır mısın? Kasiyer kaşını kaldırır. Arkadaş “bu tren kaç para ”der. Sonunda hesabı öder.

İstanbul’dan mal alır ambara vermek ister. Ama ambar şirketleri grevdedir. Malı bir türlü
ambarlara veremez. Sinirlenir kızar o öfke ile İstanbuldan münübüs alır. Mallarını yükler mü-
nübüs ile döner gelir.
İşini bilir, Yarım iş yapmazdı. Yetmiyeni yetirir, bitmeyeni bitirirdi.İstanbul’a mal almaya pazartesi akşam gider cumartesi günü dönerdi. Gittiği yere hiç boş gitmez mutlaka ekmek leblebi, lokum kaymak vs. götürürdü.
Molla Kadir İstanbul’da meşhur bir balık lokantasına gider. Yemeğini sipariş verir. Şöyle bir etrafına bakar ki herkes bıcak kaşıkla balık yiyor. Biraz bekleyince kendi yemeği de gelir.
Bıcak kaşığa ellemeden başlar elleri ile balık yemeye. Elleri yağ olunca hüüp hüp şapırt
şapırt parmaklarını sesli sesli yalar arada bir. Garson gelir şikayet edecek bir şey diyemez.
Molla Kadir'de oralı olmaz etrafı hiç aldırmadan yemegini tatlı tatlı yer. Etraftan bay bayan
bakarlar ki çok tatlı yemek yiyor. Lokantadaki diğer müşterilerinde hoşlarına gider. Onlar da
elleri ile yemek yemeye başlarlar. Garson molla Kadir’e ,
“Abi ne yaptın ya herkese eli ile yemek yidirdin” der.

Molla Kadir eve giderken bir bakkal arkadaşına uğrar. Bakar ki sucuk falan konuşuyorlar
merak eder. Bir adet paket sucuk alır. Parasını sorar. Arkadaşı da gramını sorar. Sonra parasını verir. “Ne bu ya eczaneden hap alır gibi paket içinde sucuk mu olur?” der... Sucuk paketlenmiş ilk zamanlardadır. Paket sucuğa bakar bakar hayret eder. Eve varır. Sucuğu pişirttirir. Çocuklarına derki, “Çocuklar buna sucuk derler. Gramla satılıyor.” diye söylenir durur.
Biz önceleri bir sığırı sucuk yaptırır. Eve çamaşır asar gibi asar, kuruturduk. Artık siz bu
sucuğu gramla alacaksınız gramla, yiyeceksiniz gayim..Şu hale bak. ne günlere gidiyoruz…

Bir gün milli maç vardır. Molla Kadir allem gallem eder. Komşunun gönlünü razı eder.
Komşusuna tv.'yi sokağa kurdurur. Kaldırıma battaniyeleri sıralar. Sokakta milli maç yüksek
tezahuratlarla Molla Kadir’in nezareti altında büyük bir zevk ile seyredilir.

Molla Kadir yine bir gün lokantaya gider, ne yiyip içeceklerini liste yapar. Lokantacıya biz arkadaşlarla bu listedekileri yiyip, içeceğiz kaç para pazarlık edeceğim der. Lokantacı müşteri yok gelende pazarlık ediyor diye kızar. Pazarlıkta anlaşamazlar. Molla Kadir gayet sakin ''eh sen bilirsin.''der ve çıkar. Lokantacı bakar bu herifte bir şey var der ve geri çağırır. İstediklerini verir, yidirir içirir. Bu sırada lokanta'ya müşteri dolar. Lokantacı hasılat iyi olunca memnun olur. Molla Kadir’den hiç ücret almaz. ve der ki ''abi sen her zaman gel dükkan senin, sen bizim uğurumuzsun.''der.
Molla kadir 4 arkadaş Afyon’a Lokantacı Eniştenin yanına giderler. Yemek yerken Molla Kadir Lokantacı enişteye kaplıcaya sık gelmediğinin nedenini sorar. Enişte zamanın Belediye Başkanına kızgınlığını belirtir. Çok zam yaptığını Kaplıca suyuna bir kütük odun mu attıda fiyatlara zam yapıyor diye söyler tabii arada bir küfür eder. Molla Kadir Lokantacıyı devamlı konuşturur. Lokantacı Belediye Başkanına kızgınlığını belirtir durur ve her konuşması argodur. Lokantacı Belediye Başkanını tanımamaktadır.
Bu Belediye Başkanı durdukça ben kaplıcaya gelmeyecem der.Yemekler yenir. Sıra hesap
ödemeye gelince. Molla Kadir ''Sayın Başkanım hesabı bi görüverin bakalım. der.Bunu du-
yan lokantacı Enişte Kepceyi kaptığı gibi Molla Kadir'e Saldırır ''Ulen beni Belediye Başka-
nına küfür ettirdin.''Senin kafanı kıracam. diye bağırır.Yüzü kızaran lokantacı Enişte Bele-
diye Başkanından özürler diler. Mahçup olur. Belediye Başkanı lokantacıyı hoş karşılar ve
Kaplıcaya zam durumunu lokantacıya anlatır. Lokantacı bir hafta sonra kaplıcaya gelir.

Molla Kadir ev yaptırdığı sırada Kasap Arkadaşına (Kurugöt’ün Mustafa) 2-3 kg. et
der. Kasap arkadaşı Peştemalın içinde yaklaşık 15 kg. et yapar getirir. Molla Kadir Etin
çok geldiğinden VAY AMAN YARABBİ der. Mustafa ben ev yaptırıryorum. Çok gelir bu
et der. Kasap Etin kilosu bin liraya çıkacak bulmuşken ye der.



*//*/*/



Molla Kadir Kıssaları

Garantisi Noter
Çarşı esnafının oğlunun eşi küs gideli iki ay kadar olmuştur. Gelini geri getirmek için
bazılarını elçi gönderirler. Fakat sonuç alamazlar. O gün dükkanda Baba bir tarafta, oğlu bir
tarafta, Elçi bir tarafta dükkanın köşelerine oturmuşlar. Kimse kimse ile konuşmuyor. Hatta sırt sırta oturmuşlar. Dükanın önünden geçen Molla Kadir bakar ki bir durum var, içeri girer. ''Ey çarşı esnafının milleti, herkes birbirine dargın mı? Ne var. Söyleyin bilelim. Derdini söylemeyen derman bulamaz...''der. Baba,
''Yok Molla Kadir bir şey yok,” der Molla Kadir;
-Heee öylemi, ne bu, herkes bir köşede sırt sırta oturmuş. Söyle söyle ne var. Baba durumu
anlatır. Molla Kadir, hemen akşam köye gidiyoruz. İtiraz istemem tamam, der. İşine gider.
Akşam babayı oğlunu eviden yatsın (18,00 de) alır köye giderler. Kızın evine varırlar. Sela-
mün aleyküm. Nasılsınız, iyimisiniz, bizde iyiyiz.....der lafa girer. Kız evine bir şey söyletmeden başlar anlatmaya. Kızın babası, annesi ve kız oturmuşlar.
Bir güzel Molla Kadir'i dinlerler.
Kadir, uzun uzun anlatır. Oradaki laflarından akılda kalan bir kaç söz şöyle. 'Kızım erkek kav-
ga edecekse konuşur. ama sen konuş ki erkeğe sıra gelmesin, Kadın gelecek kaygısı duy-
mamak için evlenir ama erkek evlenince gelecek kaygısı duyar, bunun için sıkıntıya girer.
Bu hallerde eşine destek çık, Kayıntanın ve oğlanın en hoşuna giden ise Kızım Kayıntan
eve gelince, 'baba hoş geldin' de hemen bir çay ikram et ya da Kahve eşine de aynı tavrı göster. İnan ki, bi çok kabahatin af edilir.' deyince kız Kadir abi zaten aynı evde oturuyoruz.
Madem öyle sende hergün işten gelince çay ver. der. Her iki anne babanında hoşuna giden
bu sözden sonra Kızın babası Çay hazırsa içelim gayim kızım der.
Kızın babası Kadir hiç kimse kızını küs gelsin diye vermez. Ama karşılıklı anlayış lazım.... der oda konuşur. Kızın annesi konuşur. Molla Kadir Konuşmalara hak verir. Bende
haklıyım değil mi? diye Kıza sorar. Kız Kadir amca ben ayrılmak istemiyorum. Zaten çocuğumuz da var. Ama bazı şartlarımda var der. Kız şartlarını sıralar. Kız şartları söyledikçe
Molla Kadir ''hallederiz'' der. Kız ne derse Molla Kadir Hepsine 'tamam hallederiz.''der. Kız
şartlara hep hallederiz diyen Molla Kadir'e Kadir amca Sen hep hallederiz diyorsun. Bunların
Garantisi ne olacak. Molla Kadir. Lafın altında kalır mı? Vallahi kızım, İşin garantisi noter. Kızım Sandıklıda olsak Noteri eve getirirdim. Ama Saat 23,30 Noter Beyi bulup köye getirsek sabah olur. O biraz zor. der. Kıza nasihatlerde bulunur. Hadi kızım saat geç oldu muhabbete doyum olmaz hazırlan gidelim. Bak çocuk falan dedin. Artık sen bu eve ''el'' oldun, misafir geleceksin. Misafirliği bileceksin. Karı koca arasında küslük olmaz. Sen onun, o senin, bir elmanın yarısı gibisiniz. Ne sen onsuz. ne o sensiz olamaz. Hayat hep senin istediğin gibi de olmaz. Bazen işin tuzu biberi olacak. Dedikodular laflar olacak. Ama bunlar ayrılık getirmeyecek... Bunları tatlı bir anı kabul et. ''Evlilik, gülü dikenle birlikte avuçlamaktır.''diye konuşur. Kız hazırlanır ve Sandıklı'ya dönerler. Bu işleri yapacak kimimiz kaldı ki. Şimdi kim bu işlerle ilgileniyor. Kaç kişi. Herkes kendi meşgalesinde kimsenin kimseden haberi bile yok. Hani derler ya. Apartmanlarda üst katta kim oturuyor. Aşagıdaki bilmez. Aşağıdaki yukarıdakini tanımaz.
Şimdi de Molla Kadir'lere ihtiyaç var. O ve Onun gibiler nur içinde yatsın İçinde yaşadığımız
fani dünyanın geçici olduğunu anladığımız an geç olabilir. Önemli olan beraber yaşadığımız
insanları kırmadan incitmeden bu dünyadan göç etmek. Herşeyin en iyisi hayırlı olanıdır.
Yukarıdaki olayı yaşayan ve bizlere anlatan Köşemize konu olmasını isteyen arkadaşa te-
şekkür ederiz.)



Kadir Seyman, Mollaların Kadir Çarşının gülü. Uzun Çarşı’nın vazgeçilmezlerindendi.
1947 doğumlu olan Molla Kadir Seyman 13 Şubat 1992’de vefat etti.
Ruhun şad olsun. Nur içinde yat.

''Yürek penceresinin camları kirlenmiş olanlar hayatın temiz ve duru yönlerini keşfedemezler. Hayatı temiz ve duru yönleriyle de görmek için, yürek penceremizin camlarını
sevgiyle silmemiz gerekir.''







ÇANAKKALE’DEKİ SANDIKLILI İSİMSİZ KAHRAMANLARIMIZ
Çanakkale'de ve Çanakkale’ye asker gönderen Anadolu da neler yaşandı?
Bir çok ilginç anı mevcuttur. Bunlardan bir kaçı da Sandıklı'mızdadır. Abdalların Demirci Murat ÖZMUTLU 1313 (1897 miladi) doğumlu. Çanakkale savaşında bulundu. Öyle cesaretli davrandı ki, tam 32 kişiyi süngü ile öldürdüğü anlatılır. Bu arada kendide yaralanır. Bağırsakları deşilen Murat ÖZMUTLU bağırsaklarını toplayarak tekrar süngü harbine devam eder. Düşüyor kalkıyor, düşüyor kalkıyor. Bağırsaklarını topraklı topraklı topluyor. Aç susuz, karda buzda, soğukta sıcakta çok zor şartlarda savaşıyor. Deşilmiş karnından dışarı çıkan bağırsaklarını bir eliyle tutar diğeri ile harbe devam eder. Durumu Alman genaral görür. Bu gencin durumuna hayran kalır. Ama yaralı, durumu hiç iyi değildir. Alman genaral üzülür. Alın gelin bu genci. Sakın ola önüne geçmeyin şu anda o ilahi bir güce sahip. Arkasından gavşırın. Geri çekin. Önüne geçerseniz inanın ki sizi de öldürür. Şu anda ona ilahi bir güç hükmediyor, der. Murat ÖZMUTLU' yu tutan diğer askerler. Onu geri çeker. Onun gücüne ve cesaretine hayran olan Alman general, onu tedavi için Viyana üzerinden Almanya'ya götüttürür. Orada tedavi olan Murat ÖZMUTLU cephede sayımda olmayınca Osmanlı Devleti tarafından firari işlenir. Alman genaralin tedavi için onu Almanya’ya götürdüğünden Osmanlının haberi yoktur. Murat ÖZMUTLU Alman hükümeti tarafından taltif edilir. Kendisine şilt veya madalya verilir. Tedavisi yapılır. Kendisine izzet ikram edilir. Almanlar kendisine sorarlar. Murat Bey siz bu cesareti kimden nasıl alıyorsunuz? Karşınızdaki ordu bir dünya ordusu hiç korkmuyor musunuz? diye sorduklarında.
-Ben herşeyi Yüce yaradanın emri ile yaptım. Hem biz yalnız değiliz ki, bizimde koskoca bir ordumuz var. Sizin de ülkenize düşman saldırsa siz de ülkenizi savunmaz mısınız? diye muhabbetleri olur.
Tedavi için Almanya’ya götürülen Murat ÖZMUTLU tekrar Anadolu’ya dönmek için Almanlar bir şey yaptı mı yapmadı mı bilinmiyor. Daha sonra, Murat ÖZMUTLU geri dönebilmek için Almanlardan aldığı şilt veya madalyayı satar ve geri döner. Sandıklı'ya gelen Murat ÖZMUTLU demircilik yapmaya başlar. İş için gittiği Menteş'te korkuturlar. ( Bu korku nasıl bir şey bilinmiyor. Ama köylü korkuttu. Ama kendisi korktu.) Korku neticesinde rahatsızlanır. Murat ÖZMUTLU çalışamaz. Para kazanamaz olur. Sanayide demircilik, körükçülük yaparken Çanakkale hatıralarını çıraklara çok zaman anlatmıştır. Çanakkale'de aynı cephede bulunduğu Sandıklı'lı arkadaşlarından Kantinin Ahmet ve Ceniğin Yusuf ERHAN, Murat ÖZMUTLU'nun Çanakkale'deki savaş halini Sandıklı'da anlatırlar. TRT’de radyoda onun hikayesi anlatılmıştır. Maddi sıkıntıya düşen Murat ÖZMUTLU' ya senin Çanakkale’de savaştığın için biz şahitlik yapalım, derler. Murat ÖZMUTLU ''İnsanın vereceğinden hiçbir şey olmaz. Ben Allah’ın rızası için savaştım, para için değil. Bu beni rencide eder. Allah’ın adaletinden hiç bir şey zayi olmaz. Bu konuyu kapatalım, bu konu beni rahatsız ediyor.” Zaman zaman rahatsızlığı nüksetmesine rağmen çok anlamlı konuşması karşısındakileri duygulandırır. “Rahatımız için birilerinin ölmesi gerekiyorsa, vatanımızın selameti, insanlarımızın refahı için din-i İslamın devamı için, ben değil benimle beraber herkes canını malını seve seve verir.” der.
Murat ÖZMUTLU çok arzu etmesine rağmen hac vazifesini yapamamıştır. Murat ÖZMUTLU 26/09/1338’ de Ahmet kızı Hatice ile evlenir. İki oğlu olur. Büyük oğlu Halil İbrahim Ziraat Bankası’ndan emekli olur, Hac vazifesi için gittiği Mekke'de vefat eder. Küçük oğlu Muzaffer Özmutlu halen sağ olup şimdi kunduracılık eder. Çanakkale zaferinin tarihimizde çok özel yeri vardır. Bu zafer kahraman askerlerimizin iman ve kahramanlık destanıdır. Çanakkale azmin metanet ve gücün göstergesidir.
Murat ÖZMUTLU 10/01/1974 tarihinde vefat etti. Nur içinde yat. Mekanın Cennet olsun.
Anlatan: Muzaffer ÖZMUTLU
NEŞE BERBERİ KADİR

Akşam oldu katamadım gazımı

Kadir Mevlam yazmış yazımı

Aldım Kel Amadın gızını

Güldüremedim yüzünü

Çekemedim nazını
(Berber Kadir)

1937 Doğumlu. Kendisi berber idi. Gani gani gönlü vardı. Kısıtlı gelirine rağmen hayır ehli idi. Bir yere giderken önce kahveye uğrar gideceği şahsın durumuna göre çay/kahve söyler giderdi. Yedi kralla barışık, insanları ayırt etmeyen neşeli ve nüktedan biriydi. Birine para lazım ise kendisinde olmadığı zaman başkasından alır ihtiyacı olanın işini görürdü. (Eskiden ödünç para alan kişiye varıp ödünç para istenmezmiş. Herkesin ayrı ayrı ödünç para aldığı veya verdiği kişiler varmış.) Eğer para zamanında gelmez ise bir başkasından para ister önceki aldığı yere verirdi. Sözünün eri idi. Söz verdiği zaman sözünün geregini yapardı. Hasta traşına gitmekte hiç itiraz etmezdi. Müşterisi olsun veya olmasın hasta traşına genelde Berber Kadir'i götürürlerdi. Başkası da zaten pek gitmek istemezdi. Bir çok müşterisi Avrupa'ya gitmişti. Onlara her markadan bir paket jilet almalarını kaç para olursa olsun getirmelerini rica eder. Jilet sipariş verdiği herkes jiletleri getirir. Berber Kadir bunları dener. en iyilerini ayırırdı. En iyi jiletlerle hasta traşına giderdi. Hasta Zaten rahatsız, birde jilet rahatsız etmesin derdi. Eğer kendi gözünüze kaçmış olan tozu seçemiyorsanız, inanın ki, komşunuzdakini de göremezsiniz.diye düşünürdü. Berber dükkanındaki traş ile hasta evindeki traş aynı ücrete tabi idi. çok zaman hasta traşından üçret bile almazdı. Sizin memnuniyetiniz ''Allah Razı olsun''demeniz bana yeter derdi. Berber Kadir işyerine sabahleyin geç kaldığında ''Berber Kadir niye geç kaldın'' diyenlere ben Samsun'a Vali, Yalova'ya Kaymakam olmadım. Ben serbest adamım kafama göre takılırım derdi. O zaman Yalova ilçe idi
Berber Kadir Arastalar içinin neşesi ''NEŞE BERBERi KADİR'' ''Benim sermayem yarım jilet. Bugün ekmek paramı kazandım. Komşular size kolay gelsin, bana Allah'a ısmarladık.' 'der evine giderdi. ''mutlu olmanın yollarından biri lüzumu terk, azeme (mecburiyete) iktisat'' ederdi. Berber Kadir, ince nüktedandı.
Bir gün tavuk alır. Kasap dükkanında keser. Evine Zorlu ile gönderir. Zorlu’ya derki.''Zorlu
Yengene selam söyle, bu tavuğun içini temizlesin tüylerini yolsun akşama hazır etsin tamam
mı?''der. O zamanlar telefon olmadığından haberleşme böyle yapılıyormuş..
Seçimlere az kalmıştır. Mahalle muhtarını kızdırmayı kafaya kor. Muhtara derki. Muhtar, muhtar bu seçimi ikimiz yapalım. Oda tamam der.Berber Kadir. aza listesini hazırlar. Listeyi aldığı gibi seçim kurulu başkanı hakime gider. Hakime listeyi uzatır. ve der ki. Efendim ben muhtar adayıyım. listemde bu. Hakim listeyi alır. Bakar ki liste aynen şöyledir
Muhtar adayı : Berber Kadir,
Azalar :Balkan Ali, Dağlı Ali, Kalemenin Ali, Derviş Ali,Tokmak Ali, Sinan Ali, Gödelerin Ali, Hakim Berber Kadir’e bakar ;
-Kadir Bey bu liste olmaz.
-Neden Hakim Bey ?
-Senin adın Kadir.
-Eeee ne olacaktı
-Ali olacaktı.
-Ulan bu muhtar seni de mi ayarladı?
Listesini geri alan Berber Kadir döner gelir.

Kadir dertlerini içine gömmüş, etrafa neşe saçan ev kira, dükkân kira yaşamaya çalışan
içinde bulunduğu zor hayata meydan okumasını bilen nevi şahsına münhasır şahsiyettir.
''Allah dert verip derman aratmasın.'' Ben halimden memnunum.der. Zamanımızın sit rest,
kalp, şeker, tansiyon vs. gibi dertlerini yaşama sevinçi ile yenmiştir. Onun hayatından/sözlerinden bazı kesitleri aldık yazacak çok hikayesi mevcut. Biz, bize gerekli olanları seçtik.
Çarşıdaki işyeri arkadaşlarına yaptığı nükteli şakalarla neşe kaynağı olmuştur. Şimdi o ve
Onun gibi çarşının neşeli ve neşe kaynağı olan şahsiyetler kalmadığı gibi, beklentiler zamanımızda ön plana geçmiştir. Şimdilerde İnsanoğlunun gönlü yardımına koşacak birini
Arar; ruhu içini dökmeyi diler; ama biz tıkamışızdır kulaklarımızı, onların feryatlarını ne duyarız ne anlarız. Ve deli deriz onlara kulak verip anlamış olanlara, üstelik kaçışırız yanlarından, dert dinleyecek marko paşamıyım deriz.

Ortam gergindir. Herkes kendi derdinde, kimse kimseye laf söz atmamıştır. Sabahtan
beri insanlar bir tuhaftır. Komşusu evden öğle yemeğini yiyip biraz geç gelince Berber Ka-
dir'e sorar. Kadir beni arayan soran varmı? Kadir sabahtan itibaren süre gelen sessizliği
bozmak için kapıya çıkar, başlar bağırmaya;
-''Len sen kimsin. Seni kim arar kim sorar. Sende kendini birşey mi zannettin? Mevkin ne
len senin.'' diye durduk yerde bağırır. Komşular bakarlar ki, komşu Kadir'e takıldı. O, da
ortamı yumuşatıyor onun için bağırıyor diye gülerler. Sabahtan itibaren kimse o gün gül-
memiştir.
Berber Kadir'e arkadaşlarından ve müşterilerinden birisi gelir. Koltuğa oturur. Kadir, bi
traş et bakalım der. Kadir bakar ki arkadaşı streslidir. Berber Kadir eline meziro'yu alır.
Müşterinin kafayı ölçer. müşterisi ve arkadaşı da olan şahıs;
“- Ne o len ...... ne yapıyorsun, der.
Berber Kadir,
“-Ne bu kafa, senin kafa uçak meydanı gibi. Koca kafaları ''biz ölçüyle traş ediyoruz.'' Deyince
“Başlatma len..................traşını yap, neccen sen elin kafasının büyüklüğünü, küçüklüğünü.”
Küçük kafalardan az paramı alıyorsun karşılıklı takılmalar gülüşmeler. Zaten arkadaşı
Üzerindeki uyuşukluğu atmak için gelmiştir. Karşılıklı konuşmalar ve takılmalar ile traşı da
olup gider.

Berber Kadir'e yine bir müşterisi gelir. Berber Kadir bakar ki, müşterinin kafada tilkiler
Dolaşıyor. Kafasından başlar hemen bir kurgu yapar ve söze girer. Bu arada traşa da başlar.
Abi evde varlar mı?

Müşterisi
“;-Ne yapacaksın len evde olup olmalarını, sana ne. Bizim ev senden mi soruluyor, bir şey mi
var soruyorsun? der.
-Abi af edersin. Tır geliyorda, kömür döktürecem.
Müşteri, '' Len Kadir ne tırı, ne kömürü berber Kadir ''Abi listede sen de varsın.'' Ne listesi lan ne kömürü benimle kafamı buluyorsun. Başlatma tırına, listene...sırası değil şimdi.” der.
Berber Kadir ,
‘'Abi beleş kömür, tır da gelmek üzere dedim de. Müşterinin kafasındaki telaş bir anlık olsun
dağılmıştır. Traş olur kahveyi içer, işine gider. Bir nebze olsun moral olmuş, bir an bile olsa
gülmüştür. Zaten oda ona yetmiştir.

Rahmetli Horoz Alos rahatsızdır. Ama zor zahmet traş olmaya Berber Kadir'e gelir.
Koltuğa oturur. Traş olacak, aynaya bakar, ama kendini aynada göremez veya benzetemez.
Alos amca bu oda iyi laf üreten şahıstır.Len Kadir kim bu aynada ki şahış. Berber Kadir durur
mu. Alosun en çok kızdığı, şahsın ismini verir. Alos kızar. Aynaya tekrar bakar. çekil lan ne
işin var arkamda der. Ayna'ya da bir yumruk savurur ki ayna kırılır. Alos rahatsızdır ama dili durmaz. Berber Kadire der ki;
-Lan Kadir bir traş olmaya geldik dört beş kişiyi bir anda traş ettin helal olsun sana. Ne ustay-
mışsın hakkını yemişler senin. Bravo valla diye konuşur. Berber Kadir kendi kendine oğlum
Kadir kendin ettin kendin öde. Ne yapalım gümbürtüsüne katlanacağız. der. Başlar döktürme-
ye mısraları:
“İnan ki! Kırılmış bir ayna gibi
Paramparça, kırık dökük yaşamımız
Çaresizliğin, ümitsizliğin türküsü
Türkülerin en içlisi, en hüzünlüsü
İnan ki! bizim yaşantımız”

Berber Kadir bu, hiç bir laf bulamaz ise traş ettiği kişilere''Askerliği nerde ettiydin ya'' diye so
rardı..Yalnız kaldığında bir türkü tuttururdu. Gülün dikenine katlanmak zorunda değilsiniz, ama dikenini dikkate almak zorundasınız.
Çarşı'da Berber Kadir gibi her sokaga bir neşe kaynağı, yardımcı gerekli, gam kasa-
vet dert tasanın panzehiri böyle şahsiyetlerdir. Bu tip insanlar çarşıda pazarda kal-
madı artık. Gırdek, Berber Kadir DEMİR 15/02/1994’te vefat etti. Allah rahmet
eylesin.

OTELCİ HALİL İNCE

Acemin Halil, yani mesleği ile anılırsa, Otelci Halil Amca, Abilin Halil (babasının adı ABDÜLKADİR halkımız kısaltarak Abis/Abdal)der. Sandıklı'nın yaşamış en renkli simalarından biridir. İri yapılı görüntüsünün altında çocuk kadar saf ve temiz kalbiyle büyüklü-küçüklü Sandıklı’da herkesin sevdiği bir insandı. Eski belediye dediğimiz şimdiki Helvacı Kadir’ in yerinde oteli vardı. Otelini yıllarca çalıştırdı. Genellikle Sandıklı'ya uzak olan köyler Ahurhisar (Yeşilhisar), Çalça, Cepni, Yağcı, Uluköylü vatandaşlarımızın, konaklama yeri idi.
Otelci Halil bu köylüleri yalnızca otelinde yatırıp kaldırmaz. Bu vatandaşlarımızın her şeyleri ile ilgilenirdi. Yeri geldiğinde bunların avukatı olur, önlerine düşer, mahkeme mahkeme işlerini görücem diye uğraşır, yeri gelir doktorları olurdu. Çoğunlukla her hastasına önerdiği çörek otu yağı, bugün hala Sandıklı’da Halil Amca’nın oğulları ve damadında, vatandaşların dertleri için hazır durumda beklemektedir. Çörek otu yağının ruhsatını çıkarmak için çok uğraşır ama ruhsat, Halil Amca’nın vefatından sonra gelir.

Bir gün Halil Amca’nın otele 3 genç gelir. “Amca yeriniz var mı? Bu gece burada kala bilirmişiz.” derler. Halil Amca; “Tabii gençler yerimiz var.” der. Odalarını gösterir. Paralarını alır. Sonra merak eder. “Gençler hayrola nereye gideceksiniz?” der. Gençler; “Polislik imtihanı var. Amca yarın bizi saat yedi de kaldırırsınız.” Deyince. “Tamam.” der. Saat on ikide gençleri kaldırır
Gençler, “Amca ne oluyoruz, niye kaldırıyorsun? Saat kaç?” deyince, “Paşalarım” der. pencereye çağırır “Bakın, karşı emniyet binası. Bak bekçi polis nöbet tutuyor. Sabaha kadar da birileri nöbet değişecek. Elinizde fırsat var iken kolay meslek seçin. Benden hatırlatması. Hadi yatın abim”der. Yıllar sonra birisi çıkar gelir, “Halil Amca ben öğretmen oldum eğer sen bizi uyarmasaydın polis olacaktım. Polislikte onurlu meslek ama zor iş, zor meslek, sana minnettarım. Teşekkür ederim.”der elini öper.

Yine günün herhangi bir saatinde Halil Amca bir vatandaşı karakolun pencere demirlerinde sallandırırken görürlerse Sandıklılılar şaşırmazlardı. Zira bilirlerdi ki, Halil Amca yine bir vatandaşın bel fıtığı ile ilgileniyor, denirdi. Bel fıtığının çaresini öğrenmek için defalarca Eskişehir'e gider orada bel fıtığı ile ilgili şahıstan bilgi edinir. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır.” diyerek insanlara faydalı olmaya gayret ederdi. Otelci Halil Amca’nın en büyük özelliklerinden biri ve vatandaşlarımızın ilgisini çeken davranışı ise yazın çok sıcak havalarda Halil Ağa’nın sıkı sıkı giyinmesi, soğuk kış günlerinde ise gömlekten fazla bir şey giymemesi idi. Sorulduğunda güneşin ve sıcağın insana daha zararlı olacağını söylerdi. Yemek yemeyi çok seven Halil Amca, yazın çok ve ağır yemek yediği zaman (etli, yağlı, paça, işkembe, Halil amcaya has yumruk köftesi vs. bir iki tabak kaymak, bol miktarda kaşık kaşık bal, kabak tatlısı, ekmek kadayıfı vs.) sıkıntı veriyor. Kışın zaten yanıyor giyinmeye gerek yok. Ya yazın sıcaktan ve güneşten koruması için giyinirmiş.


Bir gün samimi dostları ile girdiği iddia sonucu, kış günü Sazak'ta bulunan çeşmenin su hatılında yıkanır.
Dr. Ahmet “Bu soğukta başka birisi açık alanda soğuk su ile yıkanacak Vallahi zatürree olurdu.” diye hayretini dile getirir.

Eski otelin yıkılıp yerine çocuklarının yaptığı işyerini sabahleyin ilk açması bir tören halinde
olurdu. Uzun çarşının ortasına kadar gelir dükkanının önüne geçer ellerini gökyüzüne açar
en az bir yarım saat dua ettikten sonra dükkanını açardı. Halil Amca’nın yemeğe düşkünlüğü
yakın dostlarınca bilinirdi. Her hafta muhakkak işkembe, paça vs. alınırdı. Dükkanında bazen
yumruk köftesi dediği saçta fırında yaptırdığı yumruk büyüklüğündeki köfteleri öğle yemeğinde
yemek için, bütün dostlarını davet ederdi. “Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği hastalık
eder.” derdi...
Acemin Halil Amca bir kaç esnaf ile Sandıklı müftüsü, üç dört imam hatip, bir gün altı yedi arkadaş toplanıp beraber Yağcı’ya bir hacı arkadaşlarını ziyarete giderler. Sandıklı’dan dostlarım gelecek diye Yağcılı Hacı Amca dana keser, hacı mevlüdü okudur. Tabii Sandıklı’dan
dostlarım geldi diye Sandıklı’dan gidenlere bir hürmet bir hürmet etleri ve yemekleri bir güzel
mideye indirirler. Bu arada Uluköy'de yağmur duasına çıkılacaktır. Sandıklı’dan bazı tanıdıkların ve okunun Yağcı'ya geldiğini duyan Ulu köylüler köyümüze uğrasınlar bizim yağmur duamıza iştirak etsinler diye davet ederler. Yağcı’ya giden misafirler Ulu köye uğrarlar orada da
yemek hazırlanır. Sofralar kurulur. Yağmur duası yapıldıktan kısa süre sonra yağmur yağmaya başlar. Misafirler köy odasına çıkar yemeği orada yerler. Zaten tok olan misafirler sofradan bir iki lokma bir şey aldıktan sonra çekilirler. Ama Halil Amca kırka yakın pişmiş yumurtayı soyar soyar, ağıza tat, boğaza minnet, afiyetle yer. Oradakiler kırk yumurta yedin deyince
'Yiyen bilmez sayan bilir.' der.

Halil Amca oğlu ile beraber İstanbul'a kamyon almaya giderler. Kerkük iş hanında bulunan
Yedi Bacanaklara varırlar. Bu arada Halil Amca işimizi erkenden görelim diye erken vakit iş
hanına giderken ekmek, peynir, domates, zeytin vs. alır. İş hanına girer, şirket sahibi şahsın
bürosunda, sekreter bayanla beklemeye başlarlar. Bayan“Ben size çay vereyim” deyince
Halil Amca; “Kızım bir de gazete ver.”der. Bayan şöyle bir bakar gazeteyi ne yapacak diye.
Yine de gazete ve çaylarını verir. Halil Amca gazeteyi sehpaya serer. Ekmeği böler domatesleri bıçakla bir güzel keser, peyniri keser, sofrayı hazırlar çayla birlikte başlar yemeğe. Sekreter bayan ne oluyoruz diye şaşırır ve ne diyeceğini bilemez. O arada şirketin sahibi gelir.
Halil Amca şirket sahibini sehpadaki yiyeceklere buyur eder. Fakat sekreter mahcuptur. Tanımıyorum, ben izin vermedim gibisine bakar ve şirket sahibi bu olaydan çok memnun olur.
Halil Amcalara hemen içeri geçelim deyip sekretere, “Kızım sehpayı olduğu gibi içeri al,
içerde devam edelim.” der. Halil Amca’nın gayet doğal hareketine samimi tavırlarına hayran
olan şirket sahibi alacakları kamyonu sorar hiç pazarlık etmeden piyasa bedelinden %20
civarında indirim yaparak ve ödeme kolaylığı da göstererek, senetsiz çeksiz kamyonu Halil
Amca ve oğluna verir.

Birde çok zaman şalvar giyerdi. İnsanın bazı prensipleri can kurtarırya, Halil Amca kış yaz
yattığı, odanın penceresini aralardı. Bu prensibi ileride canını kurtaracaktır.


Halil Amca İstanbul’a gidecektir. Yakın arkadaşı Boyacı Hacı Sabri Çıbık'a varır, “Sabri
ben İstanbul’a gidiyorum hadi gidelim.” der. Sabri Amca;“Halil benim işim var gidemem” de-
yince. Halil Amca biner otobüse İstanbul’a gider. Sandıklılılar İstanbul’da Büyük Karadeniz
Oteli’nde kalmaktadırlar. (O otelde bir hafta önce Karadirekli 4 kişi tayfundan ölmüştü.)
Sabri Amca biraz zaman geçince duramaz Halil hakikaten İstanbul’a gitti mi diye evine gelir
sorar. Evden, Halil İstanbul’a gitti derler. Sabri Amca doğru istasyona iner. Bir otobüse bindiği
gibi arkadaşıma hayır dedim belki bana ihtiyacı olur diyerek, İstanbul’a gider. Direk otele varır. Resepsiyona sorar. “Halil İnce kalıyor mu?” diye. “Evet kalıyor.”derler. Odasına çıkan Sabri
Amca kapının kilitli olduğunu görünce otelciye Halil içerde mi, diye sorar. Otelci “Çıkıp çıkma-
dığını görmedim belki kahvaltı falan için buralardadır” der. Sabri Amca dışarı çıkar biraz gezinir Halil Amca’yı bulamaz otele döner. Otelciden yedek anahtarla içeri girmek ister. Otelci
ile yedek anahtarla odaya varırlar kapıyı açtıklarında içerde Tayfun kokusu (tuvalet kokusu)
vardır. Sabri Amca yatan Halil Amca’ya, Halil Halil kalk dese de Halil Amca baygın bir vaziyette yatmaktadır. Otelci ile Sabri Amca, Halil Amca’yı temiz havaya çıkarırlar. Yarım saatte
falan kendine gelen Halil Amca ''ne oluyor bana''diye sorar. Otelci; ''Halil, bu arkadaşın
olmasa seni yarın göremeye bilirdik. Halla halla şu arkadaşlığa bakın.''der.

Halil Amca yine arkadaşı ile İstanbul’a giderler. İşlerini görür açıkınca lokantaya girerler.
Halil Amca aşcıya; “Oğlum şu pilavı teciyle şu dört tavuğuda üstüne koyuver masamıza getiriver” der. Aşcı şaşkın şaşkın bakar,“Tamam amca kaç kişisiniz?” Halil Amca oğlun ne yapacan kaç kişiyi ne dedikse onu yap o kadar. Ha yavrum bakayım.” der. Masaya iki kişi oturur. pilavı tavuk etlerini pilav tecinde pilav tanesi kalmayıncaya kadar bir güzel yerler. Aşcı ve garson ile bazı müşterilerde ne güzel yemek yiyorlar, diye zevkle seyrederler.

Otelci Halil, arkadaşı ile Konya'ya giderler. İşlerini görürler, gezerler. Arkadaşı;“Halil ağzım kurudu bir şeyler içelim.” deyince Halil Amca, Mevlana’nın karşısında seyyar satıcıdan kocaman bir karpuz alır gelir. Mevlana’nın önündeki meyyit taşına çıkar. Yağlığı güneş geçmesin diye başına örter. Karpuzu meyyit taşına vurarak ikiye böler. Başlar kendi haline yemeğe. Arkadaşı,
“Len Halil, burası kalabalık hem sen nereye çıktın bir bak. Meyyit taşı len bu. En oradan gidelim sakin bir yerde yiyelim şu karpuzu.” dese de, Halil amca istifini bozmaz. “Hele bir ye bakalım Sabri, nerede bulacağız böyle düz bi taş.” Arkadaşı;
“Halil turistler etrafımızı sardı, herkes bize bakıyor. Fotoğraf çekiyor.” Halil Amca, “Len Sabri
sana öyle geliyor kimsenin bize baktığı yok devam et” der. İyice sıkılan ve utanan Arkadaşı
da kenara çekilir. Karpuzu Halil Amca bir güzel yer. Otelci Halil Amca bu, kendi hayatını ya-
şar kim ne der, kim ne demez umursamazdı.

Yazın sıcak günlerinin birinde Sık sık susar keçeci (Yeni) Cami’nin önündeki çukur çeşmeden su içer gelir. Bu arada büyük bira şişesi bulur bir güzel çalkalar, içine su doldurur. Eski
emniyetin önünde susadıkça içer. Hacıdan geleli yaklaşık iki yıl olmuştur. Bira şişesini dikerek
içmesi hele hele emniyetin önünde işlek bir caddede gelip geçenin dikkatini çeker. Onu görenler yazık, yeni hacıdan da gelmişti bak bira içiyor, derler. Fakat bira değil, temizlediği bira şişesinden su içmektedir. Çocukları "Baba gelen geçen sana bakıyor, yanlış anlıyor." dediklerinde
çocuklarına dönüp "Karışmayın siz onlar konuştukça ben hafifliyorum, günahlarımdan arınıyorum." diyerek onları dinlemezdi.


Halil amca ve arkadaşları kaplıcaya lokantaya giderler. Orada yemek yiyeceklerdir.
Mangal zaten hazırdır. Mangalda etleri pişiren işçi, lokanta sahibine derki. “Usta maşallah
lokanta ful” der. Lokanta sahibi güler. İşçi kafayı uzatır bakar ki, içerde sadece bir masa var
yedi sekiz kişi oturuyor. Halil Amca yiyende ölüyor yemeyende ölüyor. Biz yeyip de ölenlerden
olalım. “Yemesini bilmezsen, mide insanın düşmanı olur” derler. Halil Amca evinde tahrana
çorbasına tahin kattırmadan yemezmiş.Bu gelenek, görenek, adet hala bazı evlerde devam
etmektedir.

Halil Amca, otelinde daha sonra beyaz eşya satarken işyerinde bazı vatandaşların el
örgü işlemelerini alır, satarmış. Evlatlarından bazen baba, elimizde bol miktarda el işi var
satalım sonra alırız deyince 'SUS, KARIŞMAYIN İŞİME'' der el işlerini alır. Satıcı gidince,
bak oğlum bu kadının iki çocuğu var, bu para ile onlara ekmek alacak. Sonraki kadının eşi
çalışamıyor. O da evine bir şeyler alacak. Bunları satamaz ise ne yapacaklar bunlar.
Bunları düşünün benli bensiz getirirlerse mutlaka alın diye vasiyet, nasihatte bulunurdu.
Halil amca’nın bir iddia uğruna 60 yaşında ehliyet kursuna gidip ehliyet aldığı bilinirdi.
Markası BİS olan küçük arabayı çocuklarına aldırıp arabasına koyduğu çörek otu yağının
kaplıcada pazarlamasını yapardı. Kaplıcaya gidip gelirken sabahın erken saatlerinde istasyonda bazı tanıdıkları görür evlerine bila ücret getiriverir. Kendi kendine sonraları erkenden
kalkar istasyona gider gelen yolcuları evlerine bırakırdı. İstasyonda taksi durağı sahiplerinin;
“Halil Amca bizim ekmeğimizle oynuyorsun biz burada bekliyoruz.” derler. Halil Amca bakar ki
yanlış yapıyorum der bir daha istasyona sabahın erken saatlerinde gitmez.

Bahar aylarında Akdağ’a giden Otelci Halil dağdan envai çeşit ot toplar gelir, ne işe ya-
radığını, nasıl kullanılacağını da bilirdi. Bir gün rahatsız olan Halil Amca oğlu ile doktora gider. Doktor muayene eder, film çeker, çeşitli tahlil yapar ve Kalp-Karaciğer büyümesi var.
Şeker, tansiyan artmış, böbrek az çalışıyor vs sıralamış. Her rahatsızlığı için ise hap şurup
vermiş, eve bir poşet ilaçla gelen Halil Amca ve oğlu yemekten sonra oğlunun ısrarı ile hap-
lardan şuruptan birer defa kullanır. İkinci gün Halil Amca kendi otlarını çıkarır bir güzel karışacağı karıştırır bişirir, yer veya suyunu içer. Bir hafta böyle devam eder ki sonra doktora giderler. Doktor önceki tahlil sonuçları filmler derken bir de Halil Amca’yı muayene eder.
“Sanki dosya karıştı bu tahlil ve filmler bu adamın değil. Halil Amca sen ne yaptın ki hiç bir
şeyin yok?” der. Halil amca;“Oğlum şu ilaçlarını al.” der, geri verir.

Halil amca arkadaşları ile Isparta’ya toprak küp almaya gider. Toprak küplere et doldu-
rup fırında pişirip yiyecekler. Isparta’yı dolaşır dolaşır istedikleri gibi iki tane küp alırlar.
Muhabbet ede ede gelirken Sandıklı’ya yaklaşırlar. Ama nasip bu ya küpleri kırarlar. Halil
Amca baya bozulur. “Ulan bunların içini etle doldurup yiyecektik, bir şey olmadı ama bir iki
hafta rotar yaptınız.”der.

Halil Amca’nın bir mobileti vardı. Sık sık ona binerdi. Hanımını mobiletin arkasına bindirir. Sohbet ede ede Yağdı köyünde bulunan bahçelerine bakmaya giderlerken yolda
mermer fabrikalarının önünde hendekten geçerken hanımı mobiletten düşer. Fakat Halil
Amca durumu fark etmez, hanım beni dinliyor diye Bahçeye kadar konuşa konuşa
varır. Bahçeye vardıklarına “hanım en gayim”der.Ama mobiletin arkasında kimse yok.

“Allah Allah nereye gitti len bu karı”der. Bi gökyüzüne bakar. Bir etrafa bakar ki kimseler yok.
Ulan benim karıyı melekler mi aldı diyede şüphelenir. Mobilete bindiği gibi tekrar geldiği yoldan geri döner. Etrafa baka baka gelir. Tam mermer fabrikasının oralarda hanımı kenarda
oturmuş bekliyor. Hanımını gören Halil Amca rahatlar. Motordan iner, hanımına sarılı sarılı
verir.
“Yahu hanım niye indin motordan? Niye haber vermedin? Beni ecelsiz mi göndereceksin?
Merakımdan çatlatıyorsun beni. Kalbten gidecektim bulamasam seni.”der. Hanımı, “Halil beni
düşürdün, hiç farkında değilsin. Yoldan geçenler su verdi, getireceklerdi, kocam döner gelir
sağ olun, o şimdi anlar döner gelir dedim, seni bekliyordum.” der.

Halil Amca kapının önünde oturmaktadır. Bir karı koca geçerlerken selam verirler. Halil
Amca, ''Ve aleykümselam verahmetullahi vebereketühü.'' der. Adam yaklaşır; “Amca biz bir
doktor, hoca arıyoruz, eşim rahatsız, onu baktıracağım” der. Halil Amca ,
“Kızım neyin var senin.” diye sorar.
Kadın, “Amca ölüyorum ben, sıkılıyorum ben vay ölüyom, kafam, ölüyom ben”.... Halil Amca,
“Tamam tamam kızım merak etme bak ben şimdi okuyacam bir şeyin kalmayacak.”der.
Onlara birer çay ısmarlar. Bu arada orada bir dosya kağıdı bulur. Uzunca keser. Hiç bir şey
yazmadan kağıdı dürer büker. Naylonla da yedi kat sarar.
“Kızım bunu şifası Allah’tan diye boynuna tak. Her gün aklına geldikçe Felak, Nas sürelerini
oku,Allah'tan şifa dile.” der, verir. Muskayı alan kadın boynuna takar. Ücret sorarlar. Halil
Amca “Tamam tamam” der, gönderir.Yaklaşık bir ay sonra adam gelir. Yanında bir koç ile.
Halil Amca eşim iyi oldu. Allah senden razı olsun. Bu koç senin der ısrarla verir. Halil Amca,
“Kardeşim ben muskaya bir şey yazmadım. Eşinin rahatsızlığı psikolojikti. Kağıdı dürdük büktük. Niye ise yedi kat bilmiyorum ama sardık yedi kat, verdik. şifa Allah'tan.” der. “Adam biliyorum bey amca ama sen vesile oldun, Rabbim şifa verdi.” der. Ve üç beş sene üst üste
Halil Amca’ya bir koç getirir.
Otelci Halil Amca Uzun çarşıda bulunan nöbetci eczanelerde geç vakte kadar oturur.
Sohbet ederdi. Gece hastalıkta, doğumda acil ilaç almaya gelenler genelde, parasız olanlara eczacı ilaç vermezdi. Böyle durumlarda devreye Otelci Halil Amca girer, eczacıya bu
adama ilaçlarını ver. Yarın öğleye kadar getirmez ise ben öderim diye kefil olurdu.
Eczaneden Halil Amca’nın kefaleti ile hasta yakınlarının gece ilaçlarını aldığı da bilinir.
İnsanlara yardımı seven küçüklerle küçük, büyüklerle büyük olmasını bilen her yaptığı hareket ve sözünde espri ile birlikte bir mesaj veren, insan psikolojisinden iyi anlayan.
Otelci Halil böyle sevgili ve dost bir insandı.
05/03/1933 doğumlu olan Halil Amca ömrünün son günlerinde rahatsızlanır. Doktora
giderler. Buram buram terleyen Halil Amca’nın kalp krizi geçirdiğinin farkına varamazlar.
Oğulları Afyon’a götürür. Afyon’da doktor nerede bu hastanın kalp grafiği, diye sorar. Oğulları
olmadığını söylerler. Afyon’da doktor hayretler içinde; “Adam kalp krizi geçiriyor.”der. Ama Halil Amca üst üste tam beş defa krizi atlatmıştır. Ama altıncı artık ecelle gelmiştir. Doktor şimdiye kadar hiç böyle bir bünye görmedim, bir iki kriz insanı götürür. Ne sağlam bünyesi varmış rahmetlinin diyor. 18/01/1995 tarihinde vefat eder.
At ölür meydan kalır, yiğit ölür namı kalır. ilçemizde yaşantısıyla iz bırakan nev-i şahsına
münhasır şahsiyetti. Dostları onu anlatırken gözleri dolu dolu oldu. İnsanın dışarıdan görünmeyen, bakar bakmaz göze çarpmayan, kimi zaman köşede, kimi zaman arkada, kimi zamanda derinde kalmış, ama arkadaşlarla dostlarla yaşanmış gizli tarafı olmayan Halil İNCE'nin hayatından birkaç kesit aktardık.
Her hayat bir hikayedir, amacımız onu hatırlamak, anmaktı. O, ilçemizde yaşamış nev-i şahsına münhasır birisidir. Sürçü lisanımız oldu ise af ola.
O BİR EKOL'dü. Allah rahmet eylesin.


Fotoğraf oğlu Mehmet İnce’den alındı.
M. SAİT MUTLU
(TEMEL TAŞLARIMIZ)
Sandıklı’mızın Şehid Büyük Muhacir, dışardan gelip buralarda bir işyeri açarak toplumda kendisini sevdirmesini bilen ve yaşayış tarzı ile her zaman Sandıklı
halkının kalbinde yaşayacak olan mümtaz ve nadide insanın anısına…
Bismillahirrahmanirrahim.
Rahman ve Rahim olan yüce ALLAH‘ IN adı ile.

HAYATI
10.03.1932 yılında Eskişehir’in Sevinç köyü (çiftliği)n de dünyaya gelmiş. Dört kardeş in üçüncüsü, bir ablası bir abisi ve bir küçük erkek kardeşi var. Babasının adı Ali Afif 1893 doğumlu, Annesinin adı Fatımatüzzehra. Ablası Hayriye 1924, Ağabeyi Ahmet Şakir 1929 ve küçük kardeşi Turhan 1935 doğumlu, Memleketin bu soğuk iklimli bölgesinde 10 Mart günü soğuk bir kış gününde dünyaya gözlerini açmış Said. Adını inançlarının istikametinde Muhammed’ ten (Mehmet) ve Said (sait) olarak isimlendirmişler. Soyadlarını çileler içerisinde geçen aileye, soyadı verildiği tarihlerde çile yerine MUTLU olmaları dileği ile MUTLU olarak verilmiş. Ve ismi yakın tarihimizde unutulmayacaklar listesinde olması gereken değerli büyüğümüz Mehmet Said(t) MUTLU olarak kayıtlara girmiş. Kitaplarda Said-i MUTLU olarak anılan ve eserleri günümüze kadar hala kaynak teşkil eden değerli büyüğümüzü tanıtmak onun için bu kadar zor!
ÇOCUKLUK YILLARI ANISINA
M. Said henüz ilköğretimin son sınıfını okumaktadır. Çocukluğundan bu tarafa okul eğitiminin yanında, yazları gittiği hocalarından İslami bilgilere o kadar derinlemesine nüfuz etmiş ki, bu doğrultuda yaşamına bir yön vermeyi de beraberinde
bir prensip olarak yaşamak onun için vazgeçilmezlerden olmuş.On bir yaşlarına geldiğinde Mızraklı İlmihalini ezbere bilecek kadar zeki…Yaz dönemlerinde hiç aralıksız ailesine yardım etmenin yanında her türlü bilgiye doyumsuzca kavuşma adına olgun bir insanın gayretlerinden çok daha fazlasına sahip olma hırsı ile yanıp tutuşan bir çocukluk dönemi yaşamış, Öğrenimi içerisinde Osmanlıca yazıp okuma, fıkıh, hadis,
kelam, kıraat, Arapça dil öğrenimini de beraberinde taşımış… Küçücük bünyesinin kaldıramayacağı kadar yükün altına girmiş. Ama başarma azmi onu hiçbir zaman yıldırmamış. Ve başarmıştır… Bu biyografik yazıda otuz beş yıl yaşamış bu muhterem büyüğümüzün hayatını kısa bir hatırası ile canlandırmak ve unutulmamasını sağlamak isteriz.
ORUÇ TUTMAYAN ABİ
Yaz sıcaklarının boğuculuğu altında ailesi ile tarlaya giden Said, tırpan biçmeye başlar. Birkaç yaş büyük abisi de aynı zamanda tarlada yardım etmekte. Fakat öğle vakti girdiğinden namazların kılınması gerekir. Ailenin büyükleri namazlarını işi
aksatmadan sıra ile kılmaya başlar, tabiî ki said te namazını eda eder. Gönül rahatlığı içinde, işe devam ederek, ailesine yardım eden abisinin yanına yaklaşır.
-Abisinin gizlice su içtiğini görür.
-Abi Sen orucunu neden tutmuyorsun ?
-Çalışıyorum.
-Bu senin oruç tutmana engel değil ama!.
-İlerde tutarım.
-Neden şimdi değil de ilerde tutacaksın? Oruç senin üzerine de şu anda Farz? Ne kadar yaşayacağını biliyormuşsun?
—Bilmem işte büyüyünce tutarım.
—Sen ne biçim Müslümansın? Orucun akıl bağlı olunca bir insana farz olduğunu bilmez misin?
—Said neden bu kadar üzerime geliyorsun, hem sen benden küçüksün beni nasıl sorgularsın? Ben senden daha büyüğüm ve senden akıl almak zorunda değilim.
-Sen ne diyorsun abi ? Sanırım sen söylediklerinde samimi değilsin? Samimi olmanı da bir akrabam ve abım olarak kabullenmem mümkün değil. Eğer bizim ailemizde bir oruç tutmayan varsa onu yaşatmam. Sen Allahın emirlerine karşı geliyorsun, sanırım seninle kavga edeceğiz bu konuda.
-Said git işine!
“Keseri kapan said ciddi bir şekilde abisinin üzerine yürür ve buğday tarlasının içerisinde abisini kovalamaya başlar. Bunu gören anne ve baba koşar ayırırlar..ayırırlar ama Saidi bir türlü ikna edemezler…Hala davasında samimi bir şekilde savunma yapan Saidi ikna etmeleri mümkün değildir.Hırçınlaşan Said'i ikna etmek mümkün olmamaktadır.Çaresiz kalan baba konuyu bir müftü ile konuşturmakta bulur.Alır Said’i ve ilçenin o günkü müftüsüne götürür.
- Müftünün yanına gelen baba ve Said beraberce müftünün karşısına otururlar. Baba anlatmaya başlar. Olayı başından sonuna kadar hikâye eder.
Ve sözü alan gene Said tir.
-“Oruç tutmak her akıl bağli olan Müslüman’a Farzdır. Abim oruç tutmuyor. Bu yüzden öldürülmesi gerekir” der.
-On iki yaşındaki bu samimiyeti gören müftü, çocuğun gözlerinin içine bakar.
Sanki bir kıvılcım parçası olan gözlerden anlar ki, çocuk davasında hem çok samimi hem de ikna olacak bir yapıda değildir. Kafasını ellerinin arasına alır ve bu acı gerçek karşısında nasıl bir ikna yolu bulması gerektiğini düşünür. Dalar gider… Çocuğun samimiyetini bildiğinden ona nasıl bir cevap vermeli ki çocuk ikna olsun…
-“Evladım dediğin doğrudur. Senin bu bilgine hayranım. Hele samimiyetine yürekten inanıyorum. Ama bu vazife senin ve benim değildir. Bunu ancak bir Kadının muhakemesi sonunda onun karar vermesi gerekir. Bizler şu anda böyle bir ortam içinde ne yazık ki değiliz. Hem ülkemiz bir savaştan çıkmış, inananlarımızın bir çoğu uzun savaşlar yüzünden yeterince eğitimlerini alamamışlardır. Hem de bize düşen vazife insanlarımızı öldürmek değil, onlara gerçek İslamiyet in nasıl yaşanması gerektiğini tebliğ etmekle mükellefiz. Ülkemizde her oruç tutmayanı öldürmeğe kalkarsak bununla bizlerin başa çıkması mümkün değil” der.”Bu aynı zamanda bizim tebliğ anlayışımıza da aykırıdır. Ve senin benim gibi düşünenlerin insan öldürmeye kalkmaları ayrıca bir terör havasına dönüşür”der.

“Bu yüzden benim senden ricam bu konuda ağabeyine İslamiyeti tebliğ etmekle mükellef olduğunu ve ona da kendi bildiklerini sükûnet ve sevgi içerisinde anlatman daha uygun olacaktır” der.
-Said bu konuda İslam Peygamberi (SAV ) i örnek alarak ve onun Hadis-i Şeriflerini hatırlayarak ikna olur.
-“Bundan sonra söz veriyorum hayatımda hep tebliğ yapacağım .”der.
Ve babası ile beraber sevinç içerisinde, Müftüye teşekkür ederek ayrılırlar.
Çocuk yaşta verilen bu söz hiç bir zaman unutulmaz ve unutulmayacaktır Said için. Tebliğ hayatının son demlerine kadar bu şiar üzere yaşanacak ve uygulamalı olarak tatbik edilecektir.

GENÇLİK DÖNEMLERİ
Said bu zekâsını başladığı Galatasaray lisesinde de devam ettirir. Orada başarılı bir eğitim alır. Fransızca eğitim veren bu okulu da başarı ile bitirir. İnsanlığa daha faydalı bir meslek seçmeyi tercih eder. O zamanların en çok ihtiyaçlarından biri olan ve gözde meslekler arasında olan Eczacılığı tercih eder. Eczacılık insanın yaratılış kimyasıdır sanki, o bunun farkında olmakla kalmaz ve kendini doyumsuzluğunun verdiği aşk la ilime de adar, kitap tercümeleri onun en büyük hedefidir. Bu nedenle En büyük tercümesi olan “İSLAM PEYGAMBERİ “nin tercümesine o yıllarda başlar ve ölümüne kadar devam eder. Bu nedenle okulunu da bir yıl geciktirir.
Bu kitabın tercümesini daha mükemmel yapma adına Fransa da yaşayan Muhammed Hamidullah–ı ziyaret eder. Ondan yaklaşık altı ay kadar ders alır. O birikimini gelince çevresi ve basınla paylaşır. Denemeler yazar, bunlardan bir tanesi Musab bin Ümeyr (Ra.) ın hayatını tiyatro olarak ortaya koyar. Ve 1972 yılında sahnelenir.
Okulunu bitirdikten sonra İç Ana dolunun küçük ama tarihi eskilere dayanan şehri Sandıklımızın ilk Eczanesini açar. Ortak açılan bu Eczane o günün şartlarında güzel para kazanır. Sandıklıda Eczane hizmetine kavuşur. Bu arada Said çevresinde İslami yaşantısı ile sevilen ve takdir edilen bir kişiliğe örnek teşkil eder. Eczanesine gelen insanlara iltifat ve İslami davranışları Sandıklı halkının gönlünde taht kurar. Çevredeki fakir ve fukara insanların listesini oluşturarak yıllarca onlara yardımlarda bulunur. Ramazanlarda fakirlere Un, Yağ, vs gibi desteklerini hiç esirgemez.

Hatıralarından bir kaçını buraya almayı uygun gördüm:
SATILIK CEKET
Bir Pazar günü çarşının kalabalığı arasında bir gencin ceketini saltığa çıkardığını fark eder;
Genci yanına çağırır ve sorar.
-Delikanlı Ceketini neden saltığa çıkardın?
-“Abi Annemin ilaçlarını alacağım hasta “der.
-Kaç para bu ceketin değeri?
-“Abi alan olursa 12 Lira ya vereceğim” der.
-Tamam, gel benimle der.
Ve Eczanesine götürür. İlaçlarını verir.12 liranın üstünü de verir, Ceketi de delikanlıya bu Ceketi sana hediye ediyorum bunu giy ve annene hemen ilaçlarını götür der! Sırtını da sıvazlayarak Eczaneden uğurlar.
KOCATEPE CAMİİ İNŞAATI
Bir gün Said Bey, Hamamcı Kazım Ağa ve o günün Ziraat bankası Müdürü Eczanenin önünde sohbete dalarlar;
O arada ellerinde Kocatepe Camii maketinin resmi olan ve yardım toplama amaçlı dolaşan iki kişi gelir sohbet edenlerin başına dikelirler. Ve anlatırlar:
—Biz Ankara da yapılan Kocatepe Camii için yardım topluyoruz. Allah Rızası için biraz yardım edin diye talepte bulunurlar.
Said Bey hiçbir şey demeden içeri gider ve birkaç dakika sonra elinde bir çekle döner gelir. Ve yardım toplayan şahsa çeki uzatır.
Uzatır uzatmasına ama yardım toplayan şahsın yüzü kızarmış bir hoş olmuştur,ne diyeceğini bilemez,dili tutulur sanki!!! Bir çeke bakar bir Said beye… İnanamaz sanki…
-Ziraat bankası müdürü nün ilgisini çeken bu olay, müdahale etmesini gerektirir.
-“Evladım götür sen o çeki, O çek tahsil edilir” der.
-Çekin üzerinde o günün parası ile on bin lira yazılmıştır. Ve inanılması güç bir rakamdır. İnsanlarımızın günlük yevmiyesi iki buçuk –Üç lira olduğu bir zamanda On bin lira gerçekten kayda değer bir yardım meblağıdır.

Eczacı Said Bey bekardı. Kendisi gibi İslam’ i yaşantısı olan bir bayanla evlenmek istiyordu. Ama böyle birisine henüz rastlamamıştı. Bir arkadaşı ile Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmişlerdi Bu ziyarette evlenme konusunu danışmış Bediüzzaman hazretleri Ona otuz beş yaşını beklemesini, Ondan önce evlenmemesini tavsiye etmiş.
M. Said Bey Sandıklıya iz bırakmış, yaşantısı ile örnek olmuş nadide büyüklerimizden birisidir. Tüm sandıklı halkı onu sevgi ile yâd eder, Ticari bir hırsın kurbanı olan Said bey 25.08.1967 tarihinde ikamet ettiği evinin önünde pusu kurularak şehit edilir. Sandıklılı olmamasına rağmen halk Said beyi ailesine vermez halkımız Sevdiği Said beyin cenazesini o güne kadar görülmemiş büyük bir toplulukla tekbirlerle ulu camiden Asri mezarlığa kadar eller üzerinde götürülmüştür. Ağustos sıcağı Said beyi bizden alırken yüreklerimizi de beraberinde yakmış ve gönüllerimizde bir taht kurmuştur. Bu nedenle Şehir Kabristanının Ana girişinde hemen ilk sıra sağda bulunan yeşil kafesli kabristanı ona ayırırılar ve defnederler.
Bilenlerin anlattığı kadarı ile defin esnasında dışarıdan duyan yüzlerce arkadaşı ve Sandıklının tüm köyleri cenazeye katılmış, bugüne kadar Sandıklıda böyle kalabalık bir cenaze töreni henüz yaşanmamıştır.
Her cenaze defnin den sonra adet haline gelen bir duamız vardır. Girişteki Said Beyin kabristanına hemen hemen herkes dua eder, ve onu saygı ile anmaya çalışır.
Mahkemesi Afyon Ağır ceza mahkemesinde görülmüş ve suçlulara yüz bir yıl ceza verilmiştir. Fakat 1974 affı ile onlarda dışarı salınmış ve çıkmışlardır.
Ağustos ayından Ocak ortalarına kadar sandıklımıza bir damla yağmur düşmemiş Allahın kahrına giden bu durum sandıklımızı yağmursuz bırakmıştır. Yaşayan Şahid Ali Üstün den alınan bilgilere göre: 4444 Yasin –i Şerif okunmuş ve ilk Yağmur bundan sonra Sandıklımıza yağmıştır.Bu Yağmur Duasından sonra Bulutlar Sandıklı için tekrar gözyaşlarını akıtmıştır.
Otuz beş yaşa sığdırılan bu kadar güzellik ve eserler Said bey i Sandıklıya sevdiren yegane örnek hayat olarak anılarımıza kaydedilmiştir..
Bu yazının devamı inşallah ilerde karşımıza bir Roman olarak çıkacaktır. Allah (C.C)’n dan Cennet mekan Büyüğümüze Rahmet diliyorum.

Kenan BULUT’UN hazırlamakta olduğu kitaptan alınmıştır.




ONUN SON HİKAYESİ:
“SÖZ ÖLÜM GETİRMEZ”

Uzun zaman düşündüm.
Çok soğuk yazı olur, diye hayıflandım.
Ama çok etkilendim.
Ve.... “Söz ölüm getirmez diyenlere....”

Çok mücadeleci savaşçı bir arkadaştı,
Yılmayan enerji ile hayata meydan okuyordu.
Doğru bildiğinden sapmadı.
Hayat, onu hiç yıldırmadı.
Düştü, ama kalkmasını bildi.
Pes etmedi, hayata güldü geçti.
Bir gün işinde çalışırken sabah ağarmakta idi.
Personeline, “Arkadaşlar ben ölürsem nasıl ilan ederler.”
Diye birden bire, sordu.
Personelden birisi, “Başka bir sıkıntın yok mu?” dedi ve ekledi, bir sinkaf söz.
Nerden çıktı bu diyorlardı.
Ama diğeri,
Baston ekmeği eline alarak sandalyeye çıkmıştı bile,
Hani ilanlar yüksekten okunur ya. İşte onun için,

İLAN:
Ecem Mahallesi’nde mukim, kar ekmeğin ortağı.......
O hemen itiraz etti.
“Öyle değil.Ver bakayım mikrofonu.”dedi ve kendisi okudu kendi cenaze ilanını.

Cenaze ilanı:
Kar Ekmek Fırını ortağı Ece Mahallesi’nde mukim Mustafa AVCI... diye kendi ilanını sandalyede, baston ekmeği mikrofon gibi kullanarak okumuştu.

Öğle sıralarında servisten dönerken Mırtat yakınlarında rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Bu üçüncü kalp sıkıntısıydı.
Ama, işte bunu atlatamadı. Bu sefer kalkamadı.
Zaten sabahleyin ilanını kendisi vermişti.
Mustafa AVCI
Konya Akşehir kazası Ilıcak Köyü 1958 doğumlu.
O artık gerçek hayata dönmüştü. Allah gani gani rahmet eylesin.

05 ağustos 2001 ESNAF GAZETESİ
SAKALLIOĞLU SÜLEYMAN SAYLIK

30 Haziran 1959 rahmetli babamın öldüğü gündür. Şu an 30 Haziran 2008 yani 49 yıl
sonra. Babamın 10 sene hiç gelmeden Balkan Harbi,Çanakkale, Bağdat, Küt’ül- Ammare,
Kocatepe ve Dumlupınar savaşlarındaki askerlik ve savaş hatıralarını yazmaya ve anlatma-
ya çalışacağım inşallah.
1891 Miladi - 1307 Hicri takvime göre Hisar Mahallesi, Çavuş Çeşme Sokaktaki evimizde dünyaya gelmiş. Çocukluğu, anadan öksüz, yokluk ve sıkıntılar içinde geçmiş. İlkokulu, Kabak Hoca Mahalle Mektebi’nde okumuş. İki sene de rüştiyede okumuş. Yazları hizmetkâr olarak çalışır. Okul açıldığında ise güzün, Kasım ayı olduğu için okula geç başladığından derslerini yetiştiremeyip 3. sınıfa devam edememiştir.
Hiç boş durmamış. İlkokulda, ezandan sonra kalkar; simit satar eve katkı sağlarmış. O zamanlar, idari yönden Dinar, Geyikler Nahiyesi, Dazkırı Ovası ve birçok nahiye Sandıklı’ya bağlı imiş. Mahkeme ve resmi işlere gelenler Sandıklı’daki hanları doldururlarmış.
15-16 yaşlarında, marangozluktan destir altıkta, sonra Dedem Sakallıoğlu Mustafa ile kışın ve baharın Eğe'ye, Ödemiş'e, Adagide, Adagöme gibi yerlere gider çalışırlarmış. 2 Sene rüştiyede okuması sayesinde işçilerin başında işçi başı ve puantör olarak çalışmış.
1908'de 2. Meşrutiyet ilan edildiğinde, babam 17 yaşında her şeyi bilecek yaşta. Ahhh! çekerek anlatırdı.
Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa ve diğerleri yani hürriyet diyenler halka ABDÜLHAMİT' i tahttan indirdik. Bayram yapın, coşun diyerek, koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu kısa sürede perle perişan ettiler, derdi.
1911 Trablusgarp 1912 Balkan ve ardından Çanakkale savaşları. Babam 1911 de askere gider gitmez kendini savaşın içinde bulmuş. Balkanlar’da çok çetin savaşlar olmuş. Edirne Müdafaası’nda Şükrü Paşa komutasında, açlık-yokluk içinde süpürge tohumu yiyerek hayatta kalmayı başarmıştır. Edirne yenilgisi ardından Çanakkale savaşlarında topçu onbaşı olarak katılmış. Hepimizin bildiği gibi Çanakkale savaşında Türk Topçuları çok başarılı savaşmışlar ve düşmanı boğaza hapsetmişler. Çanakkale savaşı biter bitmez, babamın bulunduğu birlik Bağdat Cephesi’ne nakledilmiş. Başlarında ALİ İHSAN PAŞA, meşhur 36.000 kişilik İngiliz ordusunu esir alan KÜT’ÜL- AMMARE ve Sabistepe savaşlarında dünyaya parmak ısırtarak İngilizleri, esir almışlar. Nedense Kut Zaferi’nden bahsedilmez. Bu savaş, İngilizler için büyük utançlardan biridir. Küt’ül-Ammare, İngiliz askeri tarihinin en büyük askeri felaketi sayılır. Ne yazık ki, İngilizleri esir aldıklarında topları çeken KADANA beygirlerinin yediği arpalardan, günde bir bardak arpa ile karınlarını doyurmaya çalışmışlar. İngilizleri esir alınca onların konserve ve peksimetlerini yiyerek bayram etmişlerdir.
Her zaman olduğu gibi o zamanda kıskançlık var. ALİ İHSAN PAŞA' yı geri çekmişler, Halil Paşa isminde bir kumandan tayin etmişler. İşler tersine dönmüş. İngilizlerle yapılan 2.
bir savaşta babam ve arkadaşları esir düşmüşler.
Babam esir düştüğünde yedi yerinden yaralı imiş. Topçu onbaşı olarak top başında nişangâhtarı yaralı halde, gözünün birisi başından akan kandan kapalı olduğu halde,
–Ateş…ateş… diye bağırırken İngiliz subay arkadan gelmiş. Omzuna elini dokundurmuş ve kendisiyle gelen subay ve erlere babamı göstererek bir şeyler söylemiş. Babamın elini sıkarak ilk tedavisini yaptırıp hastaneye yatırmış. Babam, hastanede tedavi edildikten sonra Bağdat'ta esir kampına alınmış. Orada, marangoz olduğu için karoser atölyesine vermişler. 18 ay o atölyede çalışmış. Karoser atölyesinde çalışan sivillerle beraber esirlere de haftalık para verirlermiş. Epeyce, altın lira biriktirmiş. Esir kampına, sık sık, Araplar tarafından baskınlar olmaya başlamış.
Babam ve Samsunlu arkadaşı ve diğer 8 arkadaşı 10 kişi olarak Türkiye’ye kaçmaya karar verirler. Aslında atölyede çalıştıkları için yarı açık ceza evi gibi çarşıya ve her hafta
cuma namazlarına çıkarlar. Bağdat evliya türbelerini,, ziyaret ederler, kampa dönerlermiş.
Kaçmaları çok kolay olmuş. Geceleri yol alıp gündüzleri dinlenerek yol almışlar. Yolu bilmedikleri için Fırat ve Dicle nehirlerinin kenarından takip ederek yol alırlarmış. Yolda, sık sık, Arap eşkıyalar tarafından soyulmuşlar.

Babam, üç adet altını, yutar; çıkarır, tekrar yutarmış. Tam Türkiye’ye yaklaştıklarında, nehir kenarında, istirahat ederken iki silahlı, Fransız askeri elbiseli kim, Türkçe olarak silahları doğrultmuşlar, “Eller yukarı!” diye, bağırmışlar. Zaten bir şeyleri yok. Samsunlu arkadaş ile göz göze gelmişler, ani bir refleks ve kararla, babamın ve arkadaşlarının ortaya koydukları eşyaları ve elbiseleri karıştırmaya başlayan iki Fransız elbiseli ite, saldırarak etkisiz hale getirmişler. Elbiselerini soymuşlar, silahlarını almışlar. Ellerini ve ayaklarını bağlamışlar. Biz de Türk’üz, Müslüman’ız diye yalvaran o iki kişi sünnetsizmiş. Sonra ikrar etmişler. Ermeni'yiz, diye ve daha önce de yol kestikleri nice masum insanları öldürdüklerini, ağızlarından itiraf ettirdikten sonra, babam ve arkadaşları, onların ayaklarına taş bağlayıp nehre atmış ve yollarına devam etmişler.
Türkiye ye ilk geldikleri yer GAZİANTEP. Daha sonra her biri bir yere dağılmış. Babam on sene sonra 1921'de Hisar Mahallesi Çavuş Çeşme Sokak’taki evlerine geldiğinde üvey annesi kapıyı açıyor ve babamı tanıyamıyor.
-Ana ben geldim Süleyman, der.
Babamın deyimi ile Osmanlı’ya terk-i silah ettirmişler. Kuvva-i Milliye kurulmuş. Ankara’da meclis açılmış. Kurtuluş Savaşı hazırlıkları yapılırken babam evlenmiş. On gün sonra, apar topar tekrar askere almışlar ve 26 Ağustos Kocatepe Savaşlarında gene topçu onbaşı olarak düşmana ağır darbeler indirerek zafere ulaşmışlar. Babam Sakallının Süleyman Usta, bunları bizlere anlatırken dalar dalar giderdi. Patlayan top mermileri ve şarapnel parçalarıyla, gözünün önünde kolu, bacağı kopan arkadaşları ve kendisinin hayatta kalışına hayret eder. “Demek ki yiyip içeceğimiz varmış sizler dünyaya gelecekmişsiniz.” derdi.
Babamın sağ kulak zarı patlamış, kafatası yarılmış. Askeri hastanede ameliyat
olmuş. Arka kürek kemiğinin birisi yok gibi idi. Savaşta yaralandıktdan sonra gelişmemiş. Sağ dizinde deri ile kemik arasında nohuttan büyük kurşun vardı. Deriyi yarıp alalım demişler.
-Hayır benimle mezara gitsin. Ahirette şahitlik yapsın, diye cevap vermiş.
Gene Askeri hastanede rapor vermişler. “Harp bitince bu raporla şubeye git, malul maaşı bağlarlar.” demişler.
-Kulağımın sağırlığı keser sallamama mani değil o para da saçı bitmedik yetim hakkı var. Ben almam, demiş.
Nur içinde yatsın Bizleri helal lokma ile büyüttüler. Ölümünden 49 yıl sonra, hatırasını anlatmak,anmak,yazmak bana nasip oldu.

30/06/08 Yaşar Saylık

Babam, Ali İhsan SABİS Paşa ile Bağdat'ta beraber imişler. Birbirlerine çok yardımcı olmuş çok birliktelikleri, anıları olmuş. Ali İhsan Paşa, babam onu çok anlatırdı. Çok severdi.
Ali İhsan Paşa DP Afyon milletvekili adayı olduğunda Afyon'da miting düzenlenir. O zaman, Sandıklılı yetkililer Sandıklı’da 1954 Nisan’ında miting düzenleyince babamla beraber, Yanık Kışla’da düzenlenen mitinge gittik. Babam ve diğer asker arkadaşları, Ali İhsan Sabis’le, Bağdat’ta ve Kocatepe'deki hatıraları yad ettiler. Ben onun, Ali İhsan Paşa’nın elini öptüm.
Ali İhsan Paşa, narin, küçük yapılı, çok sevecen hoş bir adamdı. Afyon Ali İhsan Paşa'yı çok sever. O zamanlar Afyon'da “İhsan” ismi çok konmuştur.
Afyonlu İhsan isminde olanlara (LEN EHSAN-BAK HELE EHSAN- EH-SAN) diye hitap ederler.
Ali İhsan Paşa’nın milletvekilliği bir dönem olduydu. 1957'de vefat etti. Ali İhsan
Paşa, Bağdat’ta veya Kocatepe’de savaşlarda bir er gibi mücadele etmiş. Kömürcü kıyafetinde Afyon’da hikayeleri çok anlatılır.

Kurtuluş Savaşı başlarken Gazi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Kara Bekir Paşa savaşa karar
verdiklerinde Sandıklı’nın adını parola olarak kullanıyorlar. SAD planı diyorlar. SAD, San-
dıklı’nın baş harfi de SAD'la başlıyor ya. Yani düşmanın etrafını kuşatacaksın, hilal şeklin-
de açılacaksın sonra SAD harfinin kapandığı gibi kapanıp düşmanı içinde boğacaksın.
Bu durum Alparslan'ın Malazgirt Savaşı ile, hep böyle olagelmiştir. Bizim savaşlarımız hep alaca karanlık ve gece başlamış. Sandıklı’nın kurtuluşu da sabah ezanı ile başlıyor. Allah’ın izni ile muzafferiyetle bitiyor. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Sandıklı’ya geldiğinde Sandıklı’da ilk toplu sünneti Ali İhsan Paşa yaptırıyor. Devamlı Ese Gözü yolunu kullanıyor. Sandıklı-Şuhut yolu, Ali İhsan Paşa yolu olarak bilinir. Babam Süleyman Usta, Şuhut tarafında yine topçu onbaşı olarak savaşa katılıyor. Topları o zaman kadana beygirleri çekermiş. Motorize birlikler daha yokmuş. Kocatepe'den Çiğiltepe'ye, Savran Köyü’nden dolaşılıyor. Daha kestirme diye. Aslında, onların sağlığında anlattıkları kaleme alınmalıydı. Bak elli sene sonra akılda kalanları yazmak zorunda kalıyoruz.
Bizim Kızık Köyü, Kurtuluş Savaşı’nda cephe gerisi olarak kullanılıyor. Askeri mazgalların, nişangahların, askeri depoların olduğu yer Kızık'tadır. Hastaların ilk getirildiği yer Kızık’tır. Rahmetli Reşat Paşa öldüğünde ilk önce Kızık'a getiriliyor. Oradan buraya,
Sandıklı’ya getiriliyor.
Sandıklı’mızda bir Ali İhsan Paşa Caddesi veya mahalle ismi yok. Adı yaşatılmalıydı. Yanık Kışla’nın bir cadde veya mahalle ismi yok. Hatırası yok Yıkık Çeşme’nin orada bombalar patladığını anlatırlar. İlçemizde Yıkık Çeşme hatırası yok. Olmalıydı. Bundan sonrada olabilir. Aslında bunlara sahip çıkılmalıdır. Nedense bu konuda pasif kalıyoruz.
.............

Babam, 1933 yılında şimdiki Terzi Çallı İsmail'in olduğu yerde manavlığa başlıyor. Daha sonra Heybelinin Niyazi'nin dükkanda. (Şimdi Balkanlar et market var.) Daha önce 13 yıl o dükkanda biz durmuşuz. Sonra aşağı dükkanı alınca Süleyman Usta bu dükkanda dur aşağı dükkanı kiraya ver bak bura betli bereketli Uzun Çarşı’da köşede dükkan, diyorlar. 120 lira parası vardır. 40 lirasını kiraya veriyor. 20 liraya terazi alıyor. Işıklı(Çivril) üzümünden 3 küfe üzüm alıyor. 1933 senesi Cumhuriyet’in 10.Yılı kutlamalarında, dükkanların 3 gün açılması yasaklanıyor. Herkes bayram yapsın eğlensin. Dükkan açmak, alış veriş yapmak yasaklanıyor. Babamın 3 küfe üzüm Işıklı’dan Sandıklı’ya eşek sırtında geliyor. Üç gün de dükkanda bekleyince üzüm ıhıyor. Babam zarar ediyor. O zamanki anlayışa bak. Gaddarlık ya.. Dükkanın önünde de kapı önünde de sattırmıyorlar. Babam esnaflığı terk edecek olmuş. Bahar gelmiş, alışveriş yok. Pazar ruhsatı alınırdı. Pazar tatil ruhsatı sigara satanlara verilirdi. Zabıta gelir, “Sadece sigara satacaksın, başka bir şey satamazsın.” derlerdi. Satarsan ceza var. Diğer eşyaların üzerini örterdik. Sigaradan başka bir şey satamazdık. O zamanlar belediye zabtiyesi, çarşıya çıktı mı, herkes Azrail görmüş gibi olurdu. Milleti korkutan bir devir yaşadık. Kendi malını satamazsın, sattırmazlardı o zamanlar. Babam bu topraklar için mücadele verdi. Ama pazar dükkanında malını bile sattırmadılar. Bu arada, Kusura’dan birisi gelmiş. Süleyman Usta, “Köyde bana bir ev yapıver sen sadece binayı durdur.” O zaman günlük 2,5 lira imiş. O adam babama 5 lira veriyor. Yirmi günlük sen bulunuver, ben içini yaptırır sıvasını falan yaptırırım, diyor. Paranı da 100 lira peş veren yeter ki sen binada bulunuver, ben senin yaptığın binaları gördüm hoşlandım, diyor.
Babam hemen hevesleniyor. Ama evde anam ''Herif evde ben camızı sağan, tavukların yumurtasını satalım, yeter ki sen köye falan gitme. Bak cici bıyık Keçi Cami’nin iskelesinden
düştü. Sakat kaldı. Bak topallıyor. Allah aşkına gitme.'' diyor. Anam kellelerden idi. Babam da 40 yılda bi hanımın lafına bakalım, diyor. İnşaatta çalışmaya gitmiyor.
Bu arada Aynı hafta Borborların Hüseyin Efendi:
-Süleyman Usta bende 2 araba kuru incir var. Sana veren, diyor.
Babam:
-Bende para yok, diyor.
-Senden para isteyen mi var? Sat öde, diyor.
Babam tutuyor, iki araba inciri satın alıyor. Kilosu 13 kuruşa alıyor. Kilosu 20 kuruşa da inciri satıyor. İki haftada da bitiriyor. Bi hesap ediyor 100 lira kazanmış. Bakıyor “Hey yaradan güzel Allah'ım demek ki benim köye gidip de yirmi günde çalışıp alacağım parayı, iki haftada önümde verdi. Demek ki benim yiyip içeceğim ticarette.” deyip marangozluk aletlerini arkadaşlarına hediye ediyor.
1307 (1891) doğumlu olan Süleyman Usta 1921 yılında evlenir. Eşi 1936 yılında vefat edince, aynı yıl ikinci defa evlenir. Fatma, Ümmü, Ayşe, Yaşar, Hatice ilk eşinden; Mustafa ve Hasan ikinci eşinden 7 çocuğu olur. Süleyman Usta 30/06/1959’da hakkın rahmetine
kavuşur. 29 Ekim 2008 Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle, Sakallıoğlu Süleyman Usta’nın
savaş hatıratını ve sonrasını kaleme aldık. Sizleri hatırlamak ve hayırla anmak tüm şehit ve gazilerimize Fatiha hediye etmek, manevi huzurlarınızda saygıda bulunmak vefa borcumuzdur. Nur içinde olun. Vatan size minnettardır.

(Söyleşi teklifimizi kırmayan ve bize yazılı ve sözlü olarak yardımcı olan Hacı Yaşar SAYLIK Bey'e ve söyleşimizde bulunan Hacı Hüseyin HÜSREVOĞLU Hoca’mıza teşekkür ederiz.)
(19.10.2008)
Ali Özeski


ŞALLAK AHMET-1

Ahmet Amca, belediyede şoför olarak ilk çalışanlardandır. Belediyeye ait cipi kullanmak, görevidir. Bir gün işi icabı Ürküt, Kınık veya Daylık gibi köylerden birine giderken Ürküt Köyü girişinde bir eşeğe çarpar. Olacak ya eşek ölür.
Olayı gören köylüler eşek sahibine haber verirler. Ama Şallak Ahmet Amca bakar ki eşek ölüyor. Yapacak bir şeyi yoktur.
Eşekte kıyıdadır. Orada durmaz ve işine gitmek için yoluna devam eder. Tabiî ki bu gidiş bir nevi kaçıştır da. Fakat çok üzülmüştür.
Şalak Ahmet Amca ürkütün ötesinde olan köyde işini görür. Ve geri dönüşte eşeği çarptığı yere gelince bakar ki eşeğin başında bir adam, yere çömmüş öyle beklemektedir. Ahmet Amca durur.
-Amca, ne bekliyorsun, diye sorar.
-Evlat, şehre gidecem de, der.
Şallak Ahmet Amca:
- Eee gel ben götüreyim. Şere gidiyom. Senide alayım. Sırtıma mı bincen? Zaten yalnızım. Beraber gidelim. Gel gel! der.
Adam cipe biner.
-Hay Allah senden razı olsun. İyi oldu arkadaş sağ ol, der köylü.
Şallak Ahmet Amca sorar:
-Hayrola şehirde ne yapcan. Amca ne işin vardı, deyince.
Köylü:
-Yahu arkadaş, benim eşeği Şallak Ahmet diye birisi çarpmış. Eşek öldü. Belediye reisine gidecem. O Şallak Amat denilen adamı şikayet edecem. İnsan dikkat etmeli canım. Çarpa çarpa benim eşeği mi buldu bu şallak denilen adam? Benim elim ayağımdı eşeğim. Ben o tersi tarlaya neyinen götüreceğim artık. Ödesin kardeşim Yaa.
Şallak Ahmet Amca bakar ki köylü kendisini tanımamaktadır. Fakat çokta kızmıştır, sinirlidir. Kendisini de tanıtmayı, köylü sormadığından, kendini tanıtmaz. Bir de üstüne üstlük.
-Vay terbiyesiz vay eşeğini çarpmış, kaçmış öylemi? diye de sorar.
-Sana demedi mi? İnsan özür diler. İnsafsızmış insafsızmış, der. Şallak Ahmet Amca.
Şallak Ahmet Amca ile köylü konuşa konuşa Sandıklı’ya gelirler. Fakat Şallak Ahmet Amca’nın içini kurt yemektedir. Köylüye Şallak Ahmet benim diyecektir. Ama bir türlü kendini açıklayamaz. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” diye Tatlı tatlı işi uzatır. İkramda da bulunarak arkadaşlığı pekiştirmek ister.
-Ya amca, valla benim karnım aç gel bi yemek yiyelim der.
Köylü:
-Benim de karnım aç arkadaş, deyince.
Ahmet Amca.
-Gel bi yemek yiyelim de gidersin, der.
Şallak Ahmet Amca, ile köylü aşçı dükkanına giderler. Karınlarını doyururlar. Bu arada da muhabbeti koyulaştırırlar. Fakat Ahmet Amca’nın kendini tanıtamamanın sıkıntısı devam etmektedir. Şallak Ahmet Amca:
- Arkadaş yemeği yedik. Gel bide şurada çay içelim, der.
Birer çay içerler. Derken birer daha, derken üçer çay içerler. Köylü Ahmet Amca’yı sevmiştir. Hem Ahmet Amca onun karnını da doyurmuş çok tatlı bir muhabbetleri de olmuştur. Şallak Ahmet Amca, dayanamaz ve sonunda köylüye döner der ki.
- Ya arkadaş, sen bana niye arkadaş senin adın ne, diye sormuyorsun? Senin eşeği çarpan benim. İnan ki bilerek olmadı. Zaten, yavaş ve dikkatli gidiyordum. Eşeğin birden önüme çıkıverdi. Kurtaramadım, der.
Köylü bakar bakar,
-Vallahi bu kadar muhabbetten sonra seni şikayet edemem. Yemeğin de içtiğimiz çayların da hatırı var. Demek sen Şallak’sın haa.. Vay bee! der.
-Bak Şallak Amat iki lokma nasibimiz varmış. Ta köyden, seninle buraya kadar geldim. Müsaade et, ben şu köylülerimle köye döneyim.
Bir eşek için seni şikayet edemem. Zaten bir kasıtta olmadığını anladım. Sen de iyi adammışsın. Bir eşek sayesinde bir dost kazandık. Buram buram terliyordun sıkıntından. Anlamalıydım. Ah eşek kafam ah! der.
- Hadi Allah’a ısmarladık, der ve ayrılır.
Tatlı dili olanların dostu her gün biraz daha artar. (Not: Bu olayı bir başka arkadaşı Sorkun’a Yumruca’ya gitti diye anlattı.)
************** ************* ****************
ŞALLAK AHMET -2
Şallak Ahmet Amca 1960’lar da yine belediyede jip şoförüdür. Zamanın Belediye başkanı veya bu görevi ifa eden vekil yetkili Ahmet Efendi:
-Cipi hazırla bi kaplıcaya gidelim, der.
Şallak Ahmet, Cipi hazırlar. Belediye başkanı gelir biner ve yola çıkarlar.Zamanın belediye başkanı, biraz yol alınca konuşur.
-Ahmet Efendi falan şahsı tanıyor musun?
-Beyim fazla bir mesaimiz olmadı. Yakinen bir ünsiyetimizde yok, der.
-Peki, filan adamı tanıyor musun?
-Bizim alt mahallemizdedir. Bi merhabamız yoktur.
-Falan şahsı biliyor musun?
-Biliyorum beyim. Fakat samimiyetimiz olmadı beyim, der
Belediye başkanı yedi sekiz şahıs sorar. Fakat hiç birine net cevap vermeyen Şallak Ahmet’e kızan belediye başkanı:
-Bak Ahmet Efendi, niye cevap vermiyorsun? Ne demek, samimiyetim yok; yakinen ünsiyetimiz yok, aşağı mahallede filan diyorsun. Sen buralı değil misin? Tanımıyor musun bu adamları?
Kızdırma beni, senin kıbleni değiştiririm bak, deyince.
Şallak Ahmet Amca her şey bir tarafa, son söze çok alınmıştır.
-Bak amirim, ben senin istihbaratın değilim. Ben kimseyi de gammazlamam, ispiyonlamam. Kimse hakkında da sana iyi de demem kötü de, tamam mı? Benim kıblem güneyde Kabe, hadi nasıl değiştireceksen değiştir, der ve cipi Kaplıca yolundan Kırkpınar yönüne doğru tarlaya sürer.
Cip tarla da biraz gidince toprağa gömülür. Hareket etmez.Belediye Başkanı:
- Evladım ne yaptın, salak mısın nesin? Çıkar şu cipi tarladan, diye bağırır.
Şallak Ahmet Amca:
-Hani kıblemi değiştirecektin.
- Tamam tamam vazgeçtim. Çıkar şu cipi tarladan, der.
Cipin tarladan çıkması için yardım gerekmektedir. Şallak Ahmet ve belediye reisi beraber olurlar, Cipi tarladan zor zahmet çıkarırlar.Belediye reisi bir daha Şallak Ahmet’e bir şey sormaz.
********** ************* ********************
Şallak Ahmet’in hanımı mutfakta kullandığı kapları her gün anarmış. Mesela artan bir yemeği,
Anamın verdiği çendekli sahana koydum.
Anamın çorba tasıyla servis yaptım.
Anamın et kapına koy,
Anamın verdiği kapları,
Anamın iliyende yıka,
Anamın tepsisin de börek pişirdim.
Anamın, anamın anamın ……………
Şallak Ahmet Amca bu duruma artık bir son vermek ister. Hanımının bu durumuna içerlemiştir, usanmıştır bu durumdan. Eşine bir gün rica, arz eder. “Anamın kaplarını deyip durma hanım.” diye. Ama eşi: “Yalan mı? diye cevap verir. Sonra hanımının evde olmadığı bir gün, hanımının anasının evinden getirdiği tüm kapların yerine, bakır kalaylı yepyeni kapları alır gelir. Mutfağa kor. Eşinin tüm kaplarını da sekizlik çivi ile duvara, tahta başın altına, başa kaşının üstüne bir güzel çakar. Hanımı eve gelir, durumu görünce şaşar.
-Ahmet ne yaptın.
-Valla hanım, ben bişi yapmadım. Senin ananın evinden getirdiğin kaplar yorulmuş. Artık izine çıkmışlar. Bundan sonra kocanın kapları vazifeyi devralmış der.
*********** *************
Şallak Ahmet Amca belediyeden emekli olmuştur. Daha sonraları hazır kapı, pencere ticareti ile uğraşmıştır. Uzun sayılacak boyda idi. Hayatı, kalın sesi ve elinde sigarası ile aheste aheste yürüyerek yaşadı. O, Yonca civarında (katlı oto park) baki kalan bu kubbeye hoş bir seda bıraktı anılarıyla..
03/01/2008 Ali Özeski
Boynunda bir heybe, iyi lafları bir gözüne,
Kem lafları bir gözüne koy.(Tabiatını seveyim.)

TAPUCU EMMİ-1

Bir tarih Sandıklı Tekel işletmesine bir memur gelir. Memur genç tecrübesiz acemidir. Tekelinde işleri çoktur. Fazlada memur yoktur. Arpa alımı, tütün ekimi ve takibi var. Bir yandan sigara ve rakı satımı var tekel maddeleri satılıyor. İşleri yetiştiremeyen memur gece saat 10’ lara kadar çalışır. Ama yinede işler zaman zaman aksar. Gönderilecek evrakları bölgeye göndermeyi yetiştiremiyor. Sandıklı tekel o zaman Eskişehir’e bağlıdır. İşleri yetiştiremeyen memura Genel müdürlükten tekdir cezası geliyor. Memur gelen tekdir yazısını okuyor okuyor efkâr basıyor. O zamanlarda amirlerin veya memurların çıktığı yer şehir kulübüdür. Şehir külübü parkın içinde bir kahvedir. Adına da şehir kulübü denir. Genç memur erkenden kulübe gider. Masaya oturur elini yüzüne/çenesine dayayo, dirseğini de masaya koyuyor. Başlıyor, koyu koyu düşünmeye.
Bu arada kulübün müdavimlerinden Tabucu Emmi kulübe geliyor. Şöyle bir etrafa bakıyor. Genç memurun düşünceli halini görünce yanına varıyor.
—No emmi, ne bu hal, ne düşünüyorsun, diyor
Genç memur,
—Sorma emmi ya. Böyle böyle. Bana tekdir cezası geldi de
-Ne oğlum ya sen bu kadar beceriksiz misin, aptalmışsın niye tekdir cezası gelsin.
-Ya emmi işler çok ağır, yalnızımda, gece saat ona kadar çalışıyorum öyleyken işleri yine yetiştiremiyorum.
-Peki oğlum ben sana bir dilekçe yazıversem temize çekip genel müdürlüğüne yollar mısın?
-Elbette, Tabi yollarım emmi.
Yaz o zaman, al kalemi eline deyo. Tabucu Emmi.
Memur alıyor eline kalemi ve başlıyor Tabucu Emminin dediklerini yazmaya.
‘’Belediye iç hizmet kanununun mühimme falan maddesine ve hüküm filan maddesine istinaden Bir eşeğe fazla yük yüklemekten mütevellit o eşek bu yükü çekemez ise, ceza eşeğe mi kesilir. Yoksa eşeğe taşıyacağından fazla yük yükleyen eşeğin sahibine mi kesilir. Düzensizliğin yeri ve zamanı uygulamasına hüküm verilirse ezelden yüksek makamın emrine itaat halini muhafaza edip etmediği Kanunname-i ihtisabı... ’’ diye devam eden dilekçeyi yazıp gönderiyorlar.
Bir hafta on gün sonra bizim memura tekdir bozuluyor, takdir geliyor. Yine kulüpte emmi ile karşılaşan memur durumu Tapucu Emmi’ye bildirir. Tapucu Emmi memura böyle oldu diye rahat batmasın haa.. Sen yinede eskiden çok, daha fazla çalışmaya bak. Kademen yükselir oğlum diye nasihat eder.

Karşında Tabucu Emmi var. Sen kiminle aşık atıyorsun bakiyim..
Adı, Hüseyin ÜNSAL çok kişi Tabucu Emmi der de adını bilen çok azdır.
01.07.1913 doğumludur. 25/01/1988’de vefat etmiştir.

Her adem bir alemdir ya Tapucu Emmi de bu kubbe de hoş bir seda bırakanlardandır.


TOKMAK ALİ (Ali İhsan TOKMAK)

Bir haftalık çırak, Ali Usta ya sorar;;”-Ali usta bir çuval un’dan kaç ekmek çıkar?”-
Ali usta yeni çıraktan böyle bir şey beklemez ve der ki;”-Dört günlük seyis, kırk yıllık at pisliği karıştırmasın.
Bir gün vatandaş sac pişittirmek için et ve sebzeleri alır gelir. Ali usta bakar yaşlı hayvan eti. Kasap da ufak doğramış ama üstüne üstlük vatandaşta sacın çabuk pişmesini ister.
-Ali usta der ki. -''Et kasap da pişer'' Adam anlamaz. Uzun uzun bakar. Ali usta izah etmek zo-
runda kalır. Birader, Etin kartını (yaşlı hayvan eti) alırsan geç pişer. Ama etin yumuşak yerini
(genç/taze hayvan) alırsan hemen pişer. Onun için evvela Et kasap da pişer’’der.
Vatandaş; “ama biz saclık olsun dedik.”
Tokmak Ali;-''Atına göre nal, parana göre mal'' verirler diyerek konuşmayı bağlar.

Tokmak Ali borçludan alacağını ister. Borçlu Ali usta aklımda, getireceğim’’der. Tokmak Ali alacağını üç beş kez ister borçlu devamlı Ali usta aklımda, getireceğim deyince Ali Usta dayanamaz
;”-Yaa Kardeşim. Lades mi giriştik, hep aklımda diyorsun. Sen borcunu ver de.
Aklından da sil.

Tokmak tanıdık birinin Ali cenaze namazına katılır. Sala girer tabutu taşır. Sala üç dört kez girer. Bu arada koyu takım elbiseli siyah gözlüklü iki kişi sala girmezler tabutun arkasından birlikte ağır ağır yürürler. Bunu gören Tokmak Ali yanındakine sorar.
-Bunlar kim?
-Ölünün yakınları biri oğlu, biri damadı.
Tokmak Ali yine sorar;
-Niye sala girmiyorlar?
-‘‘Onlar acılı babaları öldü’’ deyince
-‘‘Oğlu, damadı babalarını taşımayacakta ben mi taşıyacağım valla omzun düştü/acıdı
ta anasına satan’’ diyerek saldan ayrılır.

Tokmak Ali aslında ayakkabıcıdır. Fırıncılığa sonradan başlar. Çarşının nevi şahsına
münhasır renkli simalarından birisidir. O, oturduğunda mutlaka ayak ayak üstüne atardı.
Öyle rahat ederdi. Rahmetli Ayaz Ahmet Amca Tokmak Ali 'ye her seferinde ayağını indir’’ der. Sonra selam verirdi. Tokmak Ali 'de bu duruma alışmıştı. Bir defasında Ahmet amca bak selamı alıyorum. ''niye rahatımı bozuyorsun'' Sen selamı ayaklarıma mı veriyorsun yoksa bana mı veriyorsun?’’der.

Ali İhsan Tokmak, fırını son zamanlarda kiraya verdi. Halk kaça kiraya verdin ucuz verdin
falan diye konuşulur. Durumu Tokmak Ali'ye de derler. Ucuz kiraya verdin diye.
Tokmak Ali;
‘‘Ben dükkanı kiraya verdim kiracıya ortak olmadım ki onlarda para kazansın Allah bereket versin desin, işçi çalıştırsın kötümü’’ der. Laf uzayınca Tokmak Ali;
''Millet donsuz duruyor. Govsuz durmuyor’’der.

Tokmak Ali arkadaşları ile oturmaktadırlar. Düğünü olan bir şahıs Tokmak Ali'nin yanındakine davetiye verir. Tokmak Ali'ye vermese ayıp olacak. İsimsiz bir zarf'ta ona verir.

Tokmak Ali; ‘’yapılan hareketin yanlış olduğunu, madem bana da vereceksin zarfa adımı
yazmalıydın’’ der. Doğru olanda budur diye iğneler.
Tokmak Ali’nin kiracısı bir ay kirayı tehir edeceğini bir sonraki ayda ikisini beraber vereceğini söyler. Tokmak Ali, ne o? Bir sonraki ay iki maaş mı, alacaksın? der.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Her hayat bir hikayedir. 1931 Doğumlu olan Ali İhsan Tokmak 2001 Temmuzun da vefat etti. Onun hikayesi de böyle.
Bir dönem onlar vardı.
Şimdi gerçek dünyadalar. Allah rahmet eylesin. Nur içinde olsunlar.

Totoların Kadir
Totoların Kadir Sandıklı’da ilk cip sahibi olanlardandır. O gün akşam parkın etrafına bir yerlerde oturmaktadırlar. Akşamüstü bir genç gelir.
-Selamün aleyküm amca.
Kadir abi, bakar,
- Ve aleykümselam genç hayrola, der.
-Amca cip sizin mi? Deyince Kadir Usta,
-He.. der. Genç tekrar,
-Beni köyüme kaç paraya götürürsünüz? der
Kadir Amca,
- Sen hangi köye gideceksin, asker misin? der.
Genç
-Evet askerim teskereye geldim. Selci Köyüne gidecem, der.
Totoların Kadir kimlerdensin kimin oğlusun falan derken.Gencin babasını tanır. Para önemli değildir. Asker bizim, asker teskerecidir.Totoların Kadir Beraberinde olan çok samimi arkadaşı Sabri Amca’yı da yanına alarak Selci köyüne giderler. Askeri evine kadar götürürler. Askerimizin babası, annesi oğullarını evlerine getiren cip şoförüne ve arkadaşına hemen çilingir sofrasını kurarlar. Derken muhabbete koyulurlar. Kuru üzüm sohbetinden sonra Kadir Amca ve arkadaşı Sabri Amca izin isterler Gece baya ilerlemiştir.Bizdeki güzel adetlerdendir. Bir askeri evine götüren taksiciye o zaman cip şoförüne horoz hediye edilir. Yolcu parası haricinde. Horozu da alan Kadir ve Sabri amca evden ayrılırlar. Kadir ve arkadaşı Sabri Amca cipe binerler. Kuru üzüm sohbetinden kalkan Kadir yolda Sabri Amca’ya
-Sabri cipi deviren mi len? der
Sabri devirme desem korkak diyecek diye,
-Devir anasını satayım, der.
Totoların Kadir kendi cipini şarampole getirir ve yan yatırır devirir.Ve döner der ki,
-Len Sabri evvela seni mi kurtaran, cipten çıkaran yoksa horozumu cipten çıkaran kurtaran? der.
Sabri bakar bakar,
-Ulan Kadir sen kendin bi çıkta ondan sonra bizi düşün emi, der.
(Eeeee neccen şişede durduğu gibi durmaz ki. )


Fotoğraf ve olay oğlundan alındı.
YİRİK BEKİR (Bekir Sıtkı TURAN)

Sabahleyin işe geldiğinde çay'dan hemen sonra Mehmet Efendi kahvesi içilir.
Mehmet Efendi kahvesi İstanbul'dan özel getirilirdi. Kolay kolay başka kahve içilmezdi.
Saat öğlen 11're yaklaştı mı öğle yemeği hazırlıkları başlardı. Öğle yemeği mutlaka saç olmalıydı.
Bazen gönüllü finansör bulunurdu. Komşu doktor hanımdan bazen hüccet istenirdi. Oda itiraz
etmez verirdi. Bir keresinde aşağıdan doktor hanıma seslenir.
-Doktor hanım, Doktor hanım.
Bayan doktor bakar. Yirik Bekir der ki;
“ Bizim hüccet..”
Doktor hanım ,
“Tamam tamam. Ama bu sefer bende gelecem, der.
Yirik Bekir;
-Geel , der.
Saç pişirilir gelir. Avane tamamdır. Doktor hanımda o gün çağrılır. Yemek başlarken Yirik
Bekir; ''Kım'' oynayarak bugün bu yemeği yiyelim ki, sürçi lisan olmasın. der.

Ramazan ayı geldi mi dolu dolu yaşanırdı. Özellikle ikindi vakti geldimi sulu şakalar olmalıydı. Kovalar su dolar, hazır beklerdi. Mutlaka birileri ıslatılacaktı. Yirik Bekirin dükkanın önünde çeşme vardı. Cuma günleri ve Ramazan günleri bol bol su ile abdest alınırken Amentü okuduğunu komşular duyar, Bekir abdest alıyor. Derler di.
Bazen takunyaları giyer kolları, paçaları sıvar takıdık takıdık takıdık Ulu camiye giderdi. Giderken Bekir abi diye çağırırlardı.-'Sünneti kaçırttıracaksınız' diye, uğramazdı.

Bekir Turan, üç aylar başladığında kuru üzüm sohbeti kurmazdı. Üç ay ara verirdi. Teravih için cami gezer. Özellikle Kaplıca, Avin, Koçhisar, Karacaören, Mırtad, gibi yakın köylere de gidilirdi. Teravihi hızlı kıldıran hocaları severdi. Eğer hoca yavaş ise, hocaya öksürerek veya namaz arasında seslenerek hızlanmasını söylerdi. Bir defasında hoca Teravih namazını yavaş kıldırınca namaz arasında ''hoca nalını yersin haa tetik ol'' derdi.

Bekir TURAN ilçemizin en renkli simasıdır. Bütün daire amirleri, Başkan, Hakim, Hekim, Kaymakam, Vali, Ankara'da ki bir çok bürokrat onun muhabbetinde bulunmuştur.
O zamanlar Asma Altı Büfesinde muhabbete gelenler kim olursa olsun maden suyu kasalarında otururlardı. Bekir Turan Maden suyu ana bayisi idi. Asma altı büfesinde ana şerbeti yapılardı. Sabah namazından sonra sıcak süt mutlaka bulunurdu. Sütü getiren kişiye dün ''sütün bozuk, çıktı diye takılırdı.
Bekir TURAN iş gören kişi idi. Akşam evine giderken mutlaka emniyete uğrar nezarette
kim var niye geldi öğrenir. eğer çıkması gerekiyorsa kefil olur o kişiyi evine gönderirdi.
Bankadan kredi çekecek kişi zorlanıyorsa. Bankaya gider. işi bitirirdi. Bir keresinde inek kredisi alan bir şahıs inekleri alır. Ama krediyi alamaz. Bekir TURAN' a gelir abi hayvan kredisi için müracaat ettim inekleri aldım. Parasını ödeyecem krediyi alamıyorum. der. Bekir Turan İnekleri bankanın önüne getir ben de geliyorum der. ve bankanın önüne inekler gelir. Bekir Turan da gelir. Bekir Turan Banka müdürüne'' ...len.....godumun bunlar ne inek değil mi? İnek değil de ne? Niye adamın işini bitirmiyorsun. Evrakların tamam değil mi?
Babanın parasını mı veriyorsun'' der. bağırarak. Banka müdürü Valla tamam Bekir abi hemen
parasını alacak tamam tamam diye özür diler. Kredi hemen orada verilir.

Ailesinde geçimsizliği olan kişileri barıştırırdı. bir çok kişiye bu hususta yardımcı olmuştur.
Birinin eşi küs gitmiştir. İş boşanmaya kadar varır.
Fakat oğlan pek boşanma taraftarı değildir. İş Bekir Turan’a intikal eder. Yirik Bekir, oğlan
eviyle beraber kız evine gider. Kız konuşur. Oğlan konuşur. Oğlan evi konuşur kızın babası
konuşur. her şey iyi giderken kızın anası inatlık eder. Bekir Turan alttan alır olmaz üsten alır
olmaz kızın anası barışmaya bir türlü yanaşmaz kızının gitmesinide istemez. Bekir Turan
bakar efendilik iş yapmıyor.
''Sus ......godumun karısı. Kız razı, oğlan razı, oğlan evi razı, beyin razı, Cadalozluğun yeri değil sen sus'' der. Ortalık sessiz buz kesmektedir. Yirik Bekir ofsayt ta düştüğünü fark eder ama söz ağızdan çıkmıştır bir kere kadının eşine bakar gözleri ile özür diler. Ama zıvanadan çıkardın be aba dedikten sonra kıza döner ''hadi kızım senin yerin beyinin yanı küs de olsanız barışıkta olsanız aynı yastığa baş koyun'' diyerek nasihatla birlikte evden beraber ayrılırlar.

Bekir Turan fakir babası idi. Sağ eliyle verdiği hayrı sol eline bile hissettirmezdi. Yeşil taze
nohutu çok sevdiği gibi, Sigarayıda çok severdi. Genelde uzun maltepe içerdi.

Yirik Bekir , eve bir hizmet için zorluyu gönderir. Der ki,
“Zorlu yengene bek fazla bakma ha tamam mı? der. Zorlu sinirlenir eli ayağı titrer
''Valla abi bakmıyorum. Eve girerken yere bakıyorum. Kafamı kaldırmıyorum.” der.
Bekir Turan, “Eh madem az bak deyince” Zorlu iyice kızarır.

Bekir TURAN'ı yeni gelmiş bir doktorla tanıştırırlar. Doktor da muzip birisidir. Bir kaç geldikten sonra. Bekir Turan'ın dudağına elini uzatır. Bekir amca huylanır ne oluyoruz diye so
runca Doktor,
“Bekir bey bir ara uğrayında dudağınızı dikeyim.” der.
Bekir TURAN,
“ Len git .....godumun ...... sen git karının ...dik’ der. Doktor bozulur.
Yirik Bekir'i tanıtmışlardır ama, bu kadar çabuk sert cevap vereceğini tahmin etmemiştir.

Bekir Sıtkı TURAN 1937 doğumlu çocukluğu gençliği ve son devri hep maceralı bir hayatın sahibidir. Onu böyle yazmak zorunda kaldık. Hatta yazamadık. Onun hayatı onunla
yaşayanlarla yaşanır. Biz olumlu pozitif argosuz kısmını yazmaya çalıştık. Yazılmaz yaşanır denir ya.
Bekir sıtkı TURAN ve avenesinin şakalarını şimdi birilerine yapılacak, olay adliyelik olur.
İnanın kan çıkar. Denir ya, işte öyle. Ama komşuları ondan memnundu. Ama yeri dolmadı.
Yaptıkları hep şakalarda kaldı. Gerçekte, şakalarının yeri yoktu. Hayatta kalan bazı dostlarıyla, muhabbetimizde hepsinin gözü doldu.
13/10/1986’da vefat etti. Ruhun şad olsun Bekir Sıtkı TURAN. Kabrin cennet olsun.


Fotoğraflar eşinden alındı.
KANAT YUNUS

Kanat Yunus tarlasına gider. Tarlada patates ekilidir. Bakar ki, tanımadığı şahıslar, tarladan patatesleri topluyorlar. Kanat Yunus da patatesleri çuvallar. Eşeklere yüklediği gibi. Hırsızların evine patatesleri götürür. Hırsızlar bakarlar, kim bu adam, niye böyle yapıyor, diye merak ederler. Araştırırlar tarla sahibi olan adam bize yardım ediyor. Kanat Yunus'a gelirler “Bey amca özür dileriz ama niye bize yardım ettin. Tarla senin, biz o tarladan patatesleri topladık çaldık, Sen bize yardım ettin. Niye derler?” Kanat Yunus,
“O iş tamam.” deyince
“Amca ne tamam sen niye böyle yaptın.” diyerek Kanat Yunus’a çıkışınca, Kanat Yunus cevap verir.
“Ben size, oğlum bu tarla benim ne yapıyorsunuz desem belkide beni orada öldüreceksiniz. Bu mal benden öyle veya böyle çıkacaktı. Burnum kanamadan kolayca çıksın istedim.” der.

Kanat Yunus şaka yaparken hiç gülmez ciddiyetini hiç bozmazmış. Evinde bile gelini şakalarını anlamakta zorlanır, bazen gözlerinde şakalarını sezermiş. Onu gören konuşmalarından çok ciddi, asabi biri bilirlermiş. Konuşmasında karşı tarafa hiç olumsuz bir şey hissettirmezmiş. Kanat Yunus'ta Dayıoğlu Kahvesi’nin müdavimlerinden numaralı biridir.(Dayıoğlu Kahvesi’nin müşterileri numaralıdır. İçtiği çayı isim yerine aldığı numara ile takip ederlermiş.) Hisar Mahallesi sakinlerinden Yunus Kanat 1890 doğumlu olup, 8 Şubat 1977’de vefat etti. Her hareketi, her konuşması, iyi kötü gündem oluştururdu. Birçok söz ve hareketi günümüze kadar gelmiş şahıslardandır. Onun hikayesi boldur. Ruhu şad olsun.

Burada bir ayrıntı daha yapalım. Dedesini konuştuğumuz Kanat Yunus'un torunu Elektrikçi Kanat Yunus'a annesi oğlum, bu kurban bayramı büyük baş hayvan kurban edelim der. Elektrikçi Yunus, tamam anne der, pazara gider. Gezerken bir celep ile pazarlığa tutuşur. Dedesinin olayını bilen bir kasap Yunus'a oğlum bu kurban olmaz, bak üst dişleri yok der.
Elektrikçi Kanat ise hemen pazarlığı boş verir, vaz geçer. Celep kızar, arayı bozan kasapa abi pazarlığı niye bozdurturdun der. Kasap güler. Çelep, Kanat Yunus'a eti yenen hayvanın üst dişleri olmaz kardeşim diye anlatır. Fakat oradakiler kahkahayı basar gülerler. Elektrikçi Kanat olayı anlar, anlar ama dedesinin şakası ona yapılmıştır bir kere. Hayat tekerrürden ibarettir.

“ Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...
Sular sarardı...Yüzünde perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...”
(A.HAŞİM)
YUNUS KÖK


Yunus KÖK 1315 senesinde doğmuştur. 15 yaşlarında İstiklal Harbi’ne katılmıştır. 176. Süvari Alay Komutanı Fahrettin ALTAY Paşa’nın postasıdır. Çok güzel ve seri ata binmesi paşası tarafından da bilinmektedir.
Sıcak harp anında Fahrettin Paşa bulunduğu yerin konumunu ve Reşat Paşa’nın da durumunu öğrenmek için bir pusula yazar. Alayda ata en iyi binen Mantaroğlu Yunus çağrılır. Kendisine pusula verilir. Alayın en iyi atı tahsis edilir. Fahrettin Paşa

“Oğlum bu pusula senden başkasının eline geçmeyecek. Eğer yaralanırsan ve çok zor durumda olursan arkandan gelen şu askere vereceksin. Yok Atın yaralanırsa arkandan şu at gelecek ona atlayıp yoluna devam edeceksin. Reşat Paşa şu an Çiğiltepe’de yolun açık olsun.” der.

Mantar Yunus atları iyi tanımaktadır. Çok zaman şu ata bir binsem de dörtnala bi koştursam diye düşünmüştür. İşte o an gelmiştir. Ata binen Yunus Amca yıldırım hızıyla düşman gözetiminde olan yamaçlardan geçerek Şimdiki damlalının üzerindeki Çiğiltepe’ye sağ salim ulaşır. Kendisine verilen pusulayı Reşat Paşa’ya verir.

Görev ifa edilmiştir komutanım. der ve ayrılır. Tepeden damlalıya iner. Ve bir tabanca sesi duyar. Sonradan öğrenir ki Miralay Reşat Paşa ölmüştür.

Birliğine sağ salim dönen Mantar Yunus Amca Fahrettin Paşa’ya tekmil verir. Paşa Yunus Amca’yı alnından öper. Mantar Yunus Amca bu yolculuğu anlatırken mermiler cirit gibi hiç durmadan üzerine gelmektedir. Fakat bana Allah’tan hiç biri isabet etmedi. Atı paşama verirken şöyle bir göz gezdirdim. Mermi isabet etti mi diye sadece atın topuğundan deriyi çok hafif sıyırmış. Ata zarar vermemişti. Komutanı onu devamlı atın üzerinde görevlere gönderirmiş.
Yine Mantar Yunus Amca hatıratında Çukurca ve Çambeyli köyleri civarından neredeyse tek sıra halinde Sincanlı ovasına (Tokuşlu’ya) geçtiklerini bu sırada atların ayaklarına ses çıkarmaması için keçe doladıklarını bu işi arkadaşları ile bizzat yaptıklarını anlatır. ( Şu Çılgın Türkler kitabında 602/607 sahifelerde olayı isim, yer, resim ile daha teferruatlı Turgut Özakman da yazmıştır. )
****** ****** ******

Mantar Yunus Amca, İstiklal Harbi anılarını evlatlarına ve torunlarına o günleri
anlatırken tekrar heyecanlanır.
“O günlerde aç kalınca öldürdüğümüz düşman askerlerinin matarasındaki suyu içer. Torbasındaki varsa yiyecekleri alır yerdik. Onların botları sağlamsa çıkarır giyer. Elbiselerini de çıkarır biz giyerdik. Çok aç susuz kaldık.” der ve devam eder.
“Bir gün uzaklardan bir kamyon gördük. (Çivril –Sivaslı dolaylarında geçen bir olay)
Kamyon şoförü yolu yanlış girmiş bize doğru gelmektedir. Kamyonu durdurduk. Bir baktık ki kasa yiyecek dolu kamyon şoförüne kamyonu Afyon istikametine doğru götürmesini istedik. Düşman askeride olan şoför beni öldürürsünüz. Oralarda ben ne yapacağım, gitmem diye ısrar etti. Düşman askerleri de durumu öğrenince kamyonu kurtarmak için bize yaklaştıkça şoföre yalvardık. Ama ne yazık ki şoför kabul etmedi kamyon kasasından alabildiğimiz kadar yiyecek aldık. Ve kamyonu yaktık. Şoförü da öldürdük kaçtık.” diye anlatınca torun Yunus Sorar
- Dede niye kendiniz kamyonu Afyon istikametine götürmediniz.
- Evlat biz ata binmesini örgendik. Kamyonu o zamanlar hiç görmedik ki. İçimizde kamyonu sürecek bir kişi yoktu. Der ve düşmanı bizzat taa İzmir, Foça sahillerine kadar kovaladıklarını da sözlerine ekler.
Mantaroğlu Yunus Amca’nın İstiklal Madalyası Beratı torunları tarafından itinayla muhafaza edilmektedir.
(Miladi tarih olmadan önce Rumi tarih kullanıldığından Burada Rumi tarihe göre1315’de (1899)doğan gençler demek isteniyor. Askere giden bu gençler için yapılan ağıtı herkes bilir.)
Hey on beşli on beşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı
****
Giderim ilinizden(elinizden)
Kurtulam dilinizden
Yeşilbaş ördek olsam
Su içmem gölünüzden
Tokat’lı sanatçı Hamdi Tüfekçinin derlediği bu türkü Tarihteki yerini almıştır.

İstiklal Harbi sonrası evine dönen Mantar Yunus Amca 1923’te dayısının kızı Ayşe Hanım Efendi ile evlenir. Rahime isminde bir kızı ve Ali Osman, Ömer ve Mehmet isminde üç oğlu olur.
Mantar Yunus Amca 1975 veya 1976 senelerinde Torunu Bekir Kök ile Dumlupınar törenlerine katılır. Sonra dere tepe gezer Yunus Amca o günleri yat ederken hep ağlayarak anlatır. Gittikleri tepe ve mekanların isimlerini söyler.
Mantar Yunus Amca mahallede veya eş dost cenazelerine ilk gidenlerden olurdu.
En zevk aldığı iş su kuyularını temizlemekti. Su hayratına çok gider haftalarca çalışırdı.
Takım tezgahları kurar ve onların tamiratını yapardı. Bu takım tezgahlarında çapıt peştamal, kuşak, kilim, gibi şeyler dokunurdu. Çok güzel tuluk peyniri basardı.
Mantar Yunus Amca etrafından hürmet gören bir şahsiyetti.
03/03/1980’de vefat eder.
Yunus Amca vatan size minnettardır

10/12/2007 *Ali Özeski

*Bu yazı Bekir ve Yunus KÖK ile yapılan söyleşiden kaleme alınmıştır.
AYŞE NİNE

Efendim, geçenlerde karne vizesi için Ayşe Nine geldi. “Oğlum Ali, karnem bitti. Şunu bir yapıversene.” dedi. Oğlum diye hitap edince baktım. İlkin tanıyamadım ama karnesine baktım kendisi emekli. Yaşına baktım 1929'lu. Kendi kendime bu yaşlı nineyi vergi dairesine, nüfus dairesine göndersem ayıp olacak. Hiç olmasa, bi hürmet edelim, dedim. Evrakları kendimiz yaptırdık. Bu arada merak ettim. “Ayşe Nine sen nasıl Bağ-Kur'a girdin?”
“Oğlum 57 yaşında falan idim. Sebep olandan Allah razı olsun. Anlattılar ben de kabul ettim.
Şans insana geçerken uğrarmış. Bizimki de öyle oldu. Bağ-Kur parasını yatırmak için her
gün bir oya döktüm. Parasını yemedim içmedim Bağ-Kur'a yatırdım.”
“Nine 57 yaşından sonra mı?”
“Tabi oğlum ,o zamanda herkes ne zaman emekli olacaksın senin ki akıl karı iş değil, dediler.
Benimle alay edenler bile oldu. Ama ben aldırış etmedim. Kimseden para istemedim. Kim-
seye Bağ-Kur'umu yatırıver demedim. Benim düşüncem sağlık hizmetlerinden faydalanmak
idi. Ama hiç hasta sari olmadım. Ben bağ-kur’a girdim. Yeni kanun çıkmış. 10 yıl geri borçlanma varmış, yatırmak istersen yatır, dediler 10 yıllık birden yatırdım. 92'lerde emekli oldum. 15 senedir maaş alıyorum. Allah devletimize zeval vermesin.”
“Ayşe nine iyi oluyor mu?”
Oğlum, bak benim iki oğlum var. Onlara desem ki, ben sizin ananızım bana her ay on'ar
milyon verin desem verirler mi? Verseler de bir, iki ay sonra fire verir. Onların da bir çok der-
di vardır. Çoluk çocuk falan. Belki de ücretleri kendilerine yetip yetmediğini bilmiyorum. Ama ben 400 milyona yakın maaş alıyorum. Allah bin bereket versin. Sebep olandan Allah razı olsun. Bu para bana yetiyor. Torunlara falan bol harçlık veriyorum. Gelinlerime ihtiyaçlarını alıveriyorum. İyi olmaz mı hiç oğlum? Para ne zaman lazım? Yaşlılıkta. Yaşlanınca çalışamazsın, bir iş göremezsin elin ayağın tutmaz. Bir çok tarlan olsa ne fayda. İki değil on oğlun olsa ne fayda. Para istenmiyor. Ama, bu benim maaşım istediğim gibi harcıyorum. Hesap soran yok. Neccen diyen yok. Para insanın belini pek ediyor. Ben 76'mı geçtim.Sağlığım yerinde. Allah'a şükürler olsun. O zamanlar vermiş olduğum karar, şimdi ne kadar doğru imiş. Zaman onu nasıl değerlendirdiğinize bağlıdır. Kaderiniz kader anlarınızda biçimlenirmiş.
“Ayşe Nine mahallede genç kadınlara Bağ-Kur'a girin diye tavsiye ediyor musun?
“Bak oğlum, ben kendim kazandım kendim yatırdım. Buna son gürlüğü denir. Yaşama sevinci
denir. Ne ekersen onu biçersin oğlum. Ben zor anlar yaşadım. Duam hep ''Yarab son gür-
lüğü ver''. diye dua ederdim. Şimdiki ev kadınları eringeç. Hak etmeden ne zaman emekli
olurum, diyorlar. Başlamadan bitirmek istiyorlar. Var mı öyle şey.
“Sen onlara ne diyorsun?”
“Kucaklarında ki çocuklarını gösteriyorum. Şu çocuğu dokuz ay karnında taşıdın. İlk bir iki sene, altını üstünü temizledin. Birden oldu mu? diyorum.”
“Ne diyorlar?”
“Gülüyorlar. A! Ayşe Nine, bir alemsin valla diyorlar. Örgü örmek iğneyle kuyu kazmak. Sabahlara kadar oya dökmek zorlarına gidiyor. Ben, bu gözlüğü o zamanlar taktım. Şimdi herkes hazır arıyor. Beyin maaşlısı olacak, kayınna olmayacak, erken kalktın, geç yattın den-
meyecek Sabah akşam tilivizyon seyredecekler. Öyle hayat yok.”
“Yapmaya Ayşe nine.”
“Tabii oğlum, tilivizyon seyredene ücret vermiyorlar. Çalışana para veriyorlar. Üretene para veriyorlar.”
“Ayşe nine, Bağ-Kur'a 92'ye kadar 15 sene para yatırdın. Emekli olmadan öle
bilirdinde. Benim para ne olacak diye hiç aklına geldi mi?”
“Bak oğlum, bu devlet bizim. Bu bayrak bizim. Benim atalarım, Yemen'de, Çanakkale'de,
Balkanlar'da harp etmiş. Değil üç kuruş beş kuruş, devletine canını vermiş. Ben üç beş kuruş
göz nuruyla kazandım yatırdım. Ben, devletimize güvendim. O da bana şimdi bakıyor. Ben
isteseydim, babamın harp malülü parasını alırdım. Yaşlılık parası alırdım. Ben de biliyorum
bunları. Ben kendim hak ettim. Eşim, ben Bağ-Kur'a girmeden öldü. Her şeyi hesap etmek
yanlış. Hayat hesaba sığmaz.”
Bir hayat hikayesine rast geldik yazdık. Artık yorum sizden
28.09.2005


Kalaycı Mehmet Eren’in eşi Ayşe EREN
BAKİR HOCA

Camide vaiz, sekaretü’l-mevt anını anlatmaktadır. Yani, ölüm ve kıyamet anını anlatır. ... “Denizler tutuşturulduğu zaman”, “Dağlar kökünden sökülüp savrulduğu zaman”, “Güneş köreltildiği zaman”... İnsanların bu dehşet verici felaket karşısındaki korkularını, paniklerini ve şaşkınlıklarını da, ayetlerle detaylı olarak anlatır. İnsanların, kaçacak veya saklanacak herhangi bir yer bulamayacaklarını vurgular. Bunlardan çıkaracağımız sonuç, hiç şüphesiz kıyametin kâinatın tarihinde benzeri yaşanmayan çok büyük bir felaket olacağıdır ve kişinin ölümü küçük kıyamettir, der ve ölüme geçer. Bedenden ceset ile ruh'un (CAN) ayrılmasını misallerle anlatır. Can bedenden bacadan temizlik çuvalının çekilmesi gibi çıkar diye. Konuşurken, misalleri çoğaltır, bir misal daha verir. Can bedenden, yapağının içinden dikenli telin çekilmesi, nasıl yünlerin dikenli tele takılırsa, yünleri çeker getirir. İnsan bedeninden de canın ayrılması o kadar tahrip eder diye devam eder. Vaiz konuyu o kadar içten ve yaşamış gibi anlatır ki, Bakir Hoca çok etkilenir. Sürekli iç içe, karşı karşıya olmamıza rağmen; üzerinde zorunlu kalmadıkça konuşmadığımız bir konudur ölüm. Konu, pek hoşa gitmez ve çoğumuz için iticidir. Bakir Hoca'da böyle düşünür herhalde.
Oturduğu yerden, “Hocam, konuyu o kadar heyecanlı anlatıyorsun ben senin bir kaç defa ölüp dirildiğini, kıyameti bir kaç defa gördüğünü zannettim.”der.
Vaiz kürsüde anlattıklarının yanlış mı, doğru mu, olduğunu düşünmeye başlar. Biraz bekler. Sözün devamını getiremez. Bakir Hoca'ya bakar. Bakir Hoca, vaize:
“Hocam, biraz güzel mevzulara gir. Allah aşkına kanımızı içimize öğüttün. Bu kadar karamsar anlatmaya gerek var mı? Zaten herkes gidici. Kalan var mı? Gel şu işi kolaylaştır, zorlaştırma.” Vaiz kendine gelir, toparlanır ölümün kolay, güzel yanlarını anlatmaya başlar. “Bugünü, düşünürüm; dün geçti yarın vardı. Gençliğe de güvenmem. Ölen hep ihtiyar mı?” der, ölüme hazır olmalıyız diyerek devam eder. Hayatın bu gerçeği karşısında ölüme hazırlıklı olmak her insanın şiarı olmalıdır. Ölümü anmak ve hazırlıklı bulunmak her mümin için müstehap sayılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok eden ölümü, çok anın.” Kabir içinde olanların hatırlanması istenir. Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder. Vaiz sözünü tamamlar ve kürsüden iner. Vaiz sonra bu olay için, “Hiç böyle boşta kalmamıştım. Şimdiye kadar da kimse kürsüde müdahale etmemişti. Hiçte böyle bir olay yaşamamıştım. Böyle bir anı tekrar yaşamak istemem.” der.
Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer. Şu Sandıklı'mız dan da kimler gelmiş kimler geçmiş. Bakir Arısoy 1889 doğumlu, 1954 yılında vefat etmiş. Yeni Sanayi Sitesi’nde Kimyager Hasan Hamdi Arısoy'un babasıdır. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın.


Anlatan: Hasan Hamdi ARISOY
GRANDIRASLI TELLİ NİNE, EMİNE ARICAN


Emine Nine Grandıraslıdır. Eşi Murat Amca’dır. Torunu Kaptan Mehmet, Mehmet ARICAN ile Grandırası gezerken muhabbet esnasında laf lafı açtı ve bu muhabbetten kaleme dökülenler:

Eylül ayının ilk günleri, yani harmandan sonra ki günlerde idi. Diğer bir ifade ile Kurtuluş Savaşı günlerinde idi…

Grandıras’ta düşman yiyecek teminine çıkar. Hep büyüklerimizden duymuşuzdur.

“Üç yumurta, bir tavuk. Haydi çabuk çabuk!”

Diyerek her evden alabildiği kadar yemek yiyecek isterler. Zaten sokaklardaki gezen tavukları bile eğlence olsun diye çelik miğferler ile vurarak onları yemek için yakalarlar. Evlerden yiyecek toplarken Sıra Emine Nine’nin evine gelir. Emine Nine elinde sakladığı çendekli sahan ile kapıyı açar. “Buyur” der. Der ama karşısında düzgün olmayan lehçe ile bir asker. Gözleri fırıl fırıl içeriyi gözetliyor. Pek emin olmayan hali ile ‘’Üç yumurta bir tavuk, haydi çabuk çabuk!’’ der ve gözleri ile evdekileri tarar.

Osmanlı kadını Emine Nine “Sen ne diyon bire düşman ben mi besleyecem seni.” der ve elindeki çendekli sahanı bir testere gibi düşman askerinin alnına, suratına baştan aşağı sert bir şekilde vurur. “Ulan seni bana paraynan mı verdiler? Oku mu gönderdik, oku mu verdik?” diyerek askerin kafasını ikiye böler. Sonra içerden evde bulunanları da çağırarak düşman askerini içeri çeker ne olduğunu bile anlamayan düşman askerinin başına vura vura öldürürler. Sonra bu askeri evin içinde bulunan mayıs yığınının içine silah teçhizat elbiseleri ile gömerler. Üzerini ahırdaki ters ile belli olmayacak şekilde biraz daha olağan şekilde yığıntı yaparlar. Ortalıkta kan veya ayak izi bırakmamaya özen gösterirler. O zaman, her evde eşek de bulunduğundan, o mayıs eşek tersi ile biraz daha sert olur.

Düşman askerleri, içlerinden bir kişinin eksik olduğunu 2-3 saat sonra anlar. Onu aramaya çıkarlar. Kaybettikleri noktada bulunan eve gelirler. “Bizim bir arkadaş buraya girdi, çıkmadı. Onu ne yaptınız?” diye bir aracı ile sorarlar. Emine Nine “Bir asker geldi alacağını aldı ve gitti. Bize başka kimse gelmedi. Biz ikinci birini görmedik.” Deyince, düşman asker mangası komutanı, aracı ile “Evi arayacağız.” der. Emine Nine, “Hay hay, buyurun. Kim ise o sizin asker arayın.” diye kapının kenarına gelir kapıyı da iyice açar.

Eve giren askerler, dip köşe bucak evi ararlar. Kısa sürede köşede bulunan mayıs yığınına gömüleceğine ihtimal vermezler ki orayı deşt etmezler. Evde bulunanlar bir odada tirtir titrerken Emine Nine onlarla beraberdir. Düşman askerleri bir iz bulamazlar.

Komutan:

‘’Bizim asker bu eve girdi çıkmadı.’’ diye sorunca Emine nine

‘’ Girdi de nerede, siz arkadaşınızı başka yerde kaybetmeyesiniz ‘’der.

Timin veya manganın komutanı diğer erata dönerek bir şeyler konuşur, anlamazlar ama komutan sinirli bir şekilde askere kızarak döner gider. Arkasından askerler.

Emine Nine evinin kapısını örter içeri girer. Merdivenlerden yukarı çıkarken bile mayıs yığınına bakmaz. Fakat evde bulunan kadın ve çocuklar tedirgin olurlar. Emine Nine ne kadar tedirgin olsa da hiç belli etmez.



Ninem o günleri anlatırken,

Komutan Fahrettin Altay Paşa, Grandıras’ın Çukurca yönündeki tepelerden top atarak düşmanı köyden üzerlerine çekip köyü düşman işgalinden kurtarır. Düşman da top atışlarının geldiği yöne hareket ederek Grandıras işgale uğramaz. Düşman bizim köyde ikamet etmez.

Zaten düşman köyün üzerinde bulunan Küçük Höyük ve Büyük Höyük mevkilerinden geçerken yiyecek için köye geliyor. Oralara da Küfü tarafından gelip Tokuşlu tarafına doğru gidiyor. Esas çarpışma Nacak Deresi’nde oluyor. Yıldırım Kemal ve Ayvalık köylerinde Yunan askerini iyi bir kırıyorlar. İşte Dumlupınar, Nacak deresi’nde başlıyor. Orada kan gövdeyi götürüyor.

Sandıklı’da ölülerimizi bile kadınlar, çocuklar, yaşlılar, sakatlar yıkadı taşıdı defin etti, kaldırdı. Bunu bizler Grandıras’ta da yaşadık.

Fakat Grandıras yol üzeri olduğundan gelip geçerken düşman askerleri hep o eve uğrar evi arar evdekileri rahatsız ederlermiş. Ninem köydeki yalnız kadınlara göz kulak olup muhafaza edecem, diye çabalarken Emine Nine’m bakıyor çare yok; kurtuluş yok. Bu adamlar ikide bir geliyorlar rahatsız ediyolar. Kurtuluşu hicrette bulur. Evde bulunan arık etna ne varsa yiyecek, kağnıya yüklediği gibi Beyköy’e giderler. Beyköy’de beylerin, ağaların, çevrede görevli kadıların ikamet yeri (yazlığı olarak kullanıldığından) olduğundan varlıklı bir nahiye imiş. Şimdi ki Dinar’ın Uluköy olarak anılan köyüdür. Kırk odalı evlerden şimdi hala var olduğunu anlatıyorlar. Orada Emine Nine ve yakınlarına kol kanat gererler. Onları barındırırlar. Fakat ne kadar rahat olsalar da Emine Nine kendi evine gitmek ister. “Kapı ardı gurbettir.” der. Aradan 5-6 ay gibi süre geçer. Haberleşme olmadığından, Emine Nine bir atlı ile Grandıras’a ulak gönderir. Git bak oralarda düşman var mı? Gitmiş mi, gitmemiş mi? Evimiz de kalabilir miyiz? Evimizin son hali nasıl? vs. diye.

Tabii, bu sırada kurtuluş Savaşı kazanılmış. Topraklarımız düşman askerlerinden arındırılmış. Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiş. Ortalık süt liman huzur içindedir.Emine Nine’nin Grandıras’a gönderdiği ulak döner, durumu nineye anlatır. Emine Nine kendilerini evlerinde ağırlayan aileden ve Beyköy halkından izin alır, helalleşir. Emine Nine var olan yükünü eşeklere arttığı gibi yolcu edenlerle de helalleşir, müsaade alarak köyüne döner. Beyköy’ülerin verdiği azıkla günlerini geçirirken kırlardan ot ile beslenirler. Ellerinde bulunan az miktarda buğday ile ekin yapar, denelerini bile israf etmeden un eder hayatlarını idame etmişler. Şimdi ekmek israfına yemek israfına dayanamıyorum. Ne zaman unuttuk dünü… demi..

Ninem bunları bize anlatırken nine nasıl cesaret ettin diye sorduğum da, hiddetlenerek o anı yaşayarak gözleri yaşlı bir bicimde,

“Oğlum yaşamak için, ölmemek için öyle yaptım. Yoksa o hınzırın bakışları tavırları hayra alamet değildi. Zaten birçok zaman kadınlarımıza çocuklarımıza yaptıkları malum... Buna rağmen, bizim Komutan Paşa, köyleri gezerkene yakılmış evler, yıkık duvarlar, kırılmış kapılar; yapılan zulümleri görür, esir alınan hışım enesice Yunan Komutana ‘Eeee ben seni komutan olarak mı yoksa zalim çete reisi olarak mı karşılayan’ der. Ya… Evimizde konu komşu dört beş aile idik. Erkeklerimiz silâhaltında idi. Babam, amcan Halep’ten yaralı döndüler Ahmet Amca’n ayağındaki kurşun izleri ile yatıyordu.Biz karnımızı doyurmak için bir şey bulamazken onlara yumurta tavuk nereden bulalım. Savaşta merhamet olmaz oğlum…
Bizlere, o günleri anlatmaya çalışan ninemin sesi titrek titrek çıksa da o bir Osmanlı kadını idi. Silahı belinde idi. Anlatırken hep babasını amcasını dedesini dualarla yad eder. Konuşmasında tıkanır yutkunur, ağlardı.
Ninem, kimsenin yokluğunda( savaştan dolayı erkeklerin olmadığı zaman) çift sürer. Dağdan av yapar. Odun toplar gelirmiş.
Mehmet Abi, sen niye doldum? Gözlerin doldu. Bak sadece konuşuyoruz.
Bak arkadaş o günler kolay yaşanmamış ninem yaşamış Ninemin yamacına oturur, ben onu çok dinlerdim. Bana anlatırdı. Ninemle beraber de ağlardık..

Bak, bizim atalarımızdan babamın kardeşleri, yani ağabeyleri hep savaşlardan geri dönememişler. Köyümüzde her haneden Balkanlar da, Çanakkale’de, Galiçya da, Filistin’de, Halep’te, Yemen’de vs.vs. kalan büyüklerimiz çoktur.

İstiklal Harbi’nde, düşman köyde durmamış karargâhı geçici olduğu halde saldığı korku ile köylümüzü sindirmeye çalışmış. Birçok yerde hâkimiyet kuramamış. Ninem hep derdi.

‘’Bizim cesaret kanımızdan gelir. Bu millet esarette kalamaz. Ya hep yaşar ya hepten ölür. Bir kişi bile kalsa mücadele devam eder.’’derdi. O da bu duyguları mutlaka büyüklerinden aldı ve bizlere aktardı. Emine Ninem nur içinde yat. Kabrin cennet olsun.. Seni Fatihalarla Yasinlerle, hatimlerle anıyoruz…..


Emine nine 01/07/1881 doğumludur. Murat Amca ile evlenir. İki kızı, iki oğlu olur. Murat Amca 1912’de vefat eder. Askere gider bir daha dönmez. Emine Nine eşini çok sevdiğinden ikinci evlilik yapmaz. Ama Emine nine eşini hep beklemiştir. Eşini de her zaman hayırla yad eder. Sağlığında eşinin bir dediğini iki etmezdi. Bizlere, “Evde huzur içinde olun bunun reçetesi karşılıklı anlayış, sevgidir.” derdi.

Emine ARICAN 12/02/1941’de vefat eder.

Mehmet (ARICAN) Abi, bu anlamlı günde anlattıkların için teşekkür ederim.
12/09/2008


Karı koca arasına girilmez derler ya,
Bir gün karı koca evlerinde dedikodu ederler. Her evde olağan şeylerden bir şeydir. Ara sıra evlerde laf kavgası veya biraz sesli konuşma gerçekleşir. Onların evinde de o gün akşam dedikodu laf biraz uzun süre devam eder. Ama evlilik hali, herkesin lafı bitince yine sükûnet hâkim olur. Her şey bitmiştir ama bu yolda konu komşu boş durmaz. Evin erkeği, sabahleyin evden çıkar işine gidecektir.
Komşu kadın pencereden gözetmekte olduğu komşusunun evden çıkışını görür, hemen kapıya çıkar. Akşamdan beri kafasında tasarladığı nasihati komşuya sabahtan diyecektir. Akşam evinde eşiyle tartışan, kavga eden erkeğe der ki.
-Oğlum karına fazlaca eziyet ediyorsun. Dün akşam çok dövdün kadıncağızı. Zavallı sabaha kadar ağladı, dayanamadım virdime gitti. Etme oğlum. O senin karın niye eziyet ediyon. Ayıp oğlum. Bu kadar da olmaz ki. Karı koca arasında olur böyle şeyler……. diye konuşur.
Akşam karısı ile tartışan erkek bakar ki karşısında komşu kadına he pes dese bir daha karşısına çıkacaktır. Yutkunur, eğilir, bükülür ama okkalı bir cevap vermek ister.
-Ya hu aba! Sen bizim kavgamızı sabaha kadar dinliyorsun da, duyuyorsun da, sevişmelerimizi de dinliyor musun, duyuyor musun?
Komşu kadın beklemediği cevap karşısında bozulur. Kızarır bozarır, biraz da morarır….
Ve şu sözler dilinden dökülür….
Viri canından yanasıca
Nahi inşallah ciğerinden yan.
Odu ocağına su dökülesice, Gözün çıksın emi,
Yanıgara gidesice ne haliniz varsa görün,
Cık… Cık Cık
( Anlatan ve hadiseye tanık: V.Demirbaş..15.01.2009)

Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş…

Ramazan Pidesi Beklerken
Ramazanın sonuna, altı veya beş günümüydü neydi kalan. İftara yarım saat ya var, ya yoktu. Rahmetli Fehmi Çavuş ile belediyeden emekli Ahmet fırına beraber girerler.
Belediyeden emekli Ahmet hemen kapıdan girmeden bağırarak “Tokmak Ali iki pide uzatıver.” der.
Sağına soluna bakan Fehmi Çavuş bir şey diyecekti ki belediye emeklisi Ahmet’in tezmiçallıgı ile lafı ağzında kaldı.
Fırında hava gergin. Herkes pidesini almak, gitmek istiyordu. Zaman iyice daralmıştı.
Birçok kişi, Doksan Halil kebaplık iki tane, ben geleli bir saat oldu. Dese de sırayı Tokmak Ali takip ediyordu. Kapıdan giren herkes bana üç yuvarlak pide veya uzun susamlı veya normal olsun, der girerdi. Sıra çoktu. Sıraya girmek istemeyenler, Açıkgözler kendileri susam getirir veya iki yumurta getirir. Hatta çörek otu bile getirenler olurdu. Bunlar susamı kürekçi Doksan Halil’e uzatır. El göz hareketi ile öncelik isterlerdi. Zaten kendi susamını kendi pidesine yapılacağından pide hemen yapılırdı. Bu sırayı bekleyenlerde rahatsızlık verdiği gibi oruç keyfide böylece başlardı. Sıra benimdi, o sonradan geldi, dense de pide yapılmıştı bir kere. Tokmak Ali “Kendi susamı kardeşim, bak bol susamlı, çörek otu baksana o öyle seviyor. Yumurtasını kendi getirdi, görmedin mi?” der. Karşılıklı atışmalar ile zaman ilerlerdi.
Sıra beklerken muhabbete dalan birçok kişi içinse sıra geçmiş, bir daha gelmiş hiç önemli değildi. Tokmak Ali onlara pidesini iftar saatinden beş dakika önce vermesi bile yeterdi. Bu arada Emin usta’nın Hasan Amca merdivenden sıradakileri kuş bakışı seyrederdi.
Eskiden fırınlarda etli pide, haşhaşlı, ıspanaklı, peynirli kısacası, içli pideler de yapılırdı. Şimdiki gibi pideciler yoktu. İşte dananın kuyruğu burada kopardı. Yapılacak içli iftara yenecek olmasından eve yetişmeliydi. Çünkü, başka yemek yapılmazdı. Ev halkı içli pideyi bekliyordu. Zamanında gelmez ise bir kıymeti harbiyesi olmayacaktı. Hem evin erkeği içliyi zamanında getiremez ise hanımdan ‘’Bi içli yaptıramadın’’ diyerek laf işitecek, karizmayı da çizdirecekti. Zamanında gelen içli evi memnun edecek, hatta evin hanımı, “Bizim bey, iftara içliyi yetiştirdi.” diye konu komşuya hava atacaktı.
Zaman iyice ilerleyince itiş kakışlar başlar, konuşmaların ses tonu yükselir. Kişiler bir birine ayıp ettin diye söylenir. Kınamalar başlar. İşte bundan sonra gücenmeler de olurdu. Bu olayları, hem bir taraftan seyreden, hem de yanındaki ile sohbet eden Fehmi Çavuş herhalde içli yaptıracaktı. Fakat ortam baya gergin olunca ve uğultu yükselince, Fehmi Çavuş şöyle bir etrafa bakar. Herkes bir alem, herkes kendi işinin bitmesini istemektedir. Ortalıkta bir telaş bir telaş vardır.
Fehmi Çavuş gayet ciddi.
-Ali ajansları aldın mı? der.
Tokmak Ali afallar, Fehmi seninki de laf mı yani
- Fehmi şu hale baksana Ajansları dinleyecek halimiz var gibi mi?
Ama merak eder. Öğrenmek ister duramaz sonunda
-No bir şey mi var? der
Fehmi Çavuş:
—Diyanetin bağlı olduğu Bakanlık açıkladı. Ramazan bu sene bir hafta uzatılıyormuş. Bir ajanslarında geçti.
Tokmak Ali bir acayip Fehmi Çavuş’a bakar fakat ne dediğini ne kastettiğini anlamadığından
Boş gözlerle Fehmi’yi süzer. Oltaya da gelmek istemez. Fırında bulunan herkes Fehmi Çavuş’un ne dediğini anlamaya çalışır. Olmayacak iş ama bir ajanslarında geçti, deyince acaba diyerek, tereddüt ederler. Oradakilerin içinde kendini toplayan hemen cevap veren yine belediye emeklisi Ahmet’tir.
-Len, anam atam olsun, ben, valla arife gününden sonra, bir gün bile oruç tutmam. Hem kafalarına göre Ankara’da Ramazanı nasıl uzatırlarmış. Hem bunun ayı var günü var, der.
Fehmi Çavuş
—Ahmet sen Ramazan pidesini istediğin gibi uzatırsın da, Ankara’dakiler Ramazanı niye uzatamasınlar bakayım, der.
Fırındakiler konuşmaların bir mizah olduğunu anca anlayınca rahat ederler. Bir oh çekerler. Len Fehmi, valla sayı zannettim, diyenler cabası
Dönülmez akşamın ufkundan ebediyete intikal eden
hatırlanacak çok şey var ama…………
Ali Özeski